30 Aralık 2008 Salı

Geleceğe Dönüş

Yakın zamanda gelecekte görebileceklerim yazısı düşünememe neden oldu. Geçmiştede gelecekte şunları yapabilecek miyim dediğim şeylerden neleri yapabilmişim. Düşündükçe kafama yattı bu tür bir yazı yazılabilir dedim kendime. Ve işte sonunda burda bu satırları yazıyorum. Neyse lafı daha fazla uzatmadan konuya girelim.

Yanlız emin olamadığım bir nokta var bu yazının konusunda. Geriye gitme konusunda nereye kadar gideceğimi bilemiyorum. Onun yerine aklımda yer etmiş acaba gelecekte şunu yapabilecek miyimlere girmeyece çalışacağım.

Öncelikle en yakın zamanda olmasada en derin yara bırakmış ile başlayayım. ÖSS öncesi senelerde aklımın hemen her yerinde tek bir soru vardı. Nereye baksam, ne yapsam hatta uyumak için kafamı yastığıma dayadığım anlarda bile bu tek soru beni kemirir dururdu. Bu soru tahmin edebileceğiniz gibi üniversiteye girebilecek miyim sorusuydu. İnsanın tam bir birey olmaya adım atmak üzere olduğu bu zamanlarda bu kadar ağır bir yükü taşımak zordu. Zorlukları burada sıralayıp depresif bir yazı yazmayacağım ama aynı dönemlerden geçmiş hemen herkes gibi bende o dönemlerden bazı yaralar alarak çıktım.

Bundan bir sonraki unutulmaz acaba gelecekte olur mu durumumsa bir öncekinin bir gömlek daha hafifi olan acaba ben üniversiteyi bitirebilecekmiyim durumumdur. Üniversite hem ortam hemde yapı olarak insanın daha fazla önünü görebildiği bir yer olması bakımından bu dönemdeki gelecek endişeleri nispeten daha az stres yaratıyor insanda.

Bu ikilemenin sonunda ise bunlarında nedeni olan en ulu en büyük gelecek endişesi var. Ben gelecekte iyi bir iş bulabilecek miyim. Altı ay öncesine kadar çok ciddi stres yapan sürekli etrafta bir arayış halinde olmama neden olan bir durumdu bu.

Bu arada şu son endişenin bonusları olan bir kaç konu daha vardı. Mesela ben bundan 4-5 yıl önce kendimi takım elbise ile düzenli olarak işe giden biri olarak hayal bile edemiyordum.

Benzer duyguları çok sık yaşarım. Bazı şeyleri yapana kadar yada yapmak zorunda kalana kadar hiç yapabileceğimi bile düşünemem. Sanırım bu durum olaya kendini hazırlamakla ile alaklı bir şey bu. Yani bazı şeyler ile karşı karşıya kalana kadar o şeyi hiç aklında geçirmiyor insan. İşin sonunda bu durumun üstesinden gelince ise vay be bunuda yaptım ya hissiyatı ile beraber gelen rahatlık ise anlatılmaz yaşanır.

Eklemeden geçmeyeyim. Hep okul yada iş ile ilgili şeylerden bahsettim farkındayım. Ama ülkemizde yaşayan pek çok insanın bu durumlarda yaptıkları hayatlarını hatta kendi tarzlarını bile belirleyen en önemli şeyler. Pek çok şey insanın hayatında bu durumların sonucuna göre şekilleniyor.

Bunlar dışında bir şeyler söylemem gerekirse basketbolu ve özellikle NBA ile ilgilenmeye başladığım dönemlerde bu konu ile daha ciddi ilgilenebileceğimi hatta bir dergide bu konuda yazılar yazabileceğimide hayal bile edemezdim.

Yada Epica konseri öncesi grubun sahne arkasına girip grubu mümkün olan en doğal halinde görebileceğimide tahmin bile edemezdim.

Birde Metallica'nun br daha ülkemize gelip konser vereceğini ve benim o konseri yerinde izleyebileceğimide bilemezdim.

Ama öyle ama böyle geçmişimdeki geleceğimde hakkında beklentilerim olan konulardan bahsetmiş oldum. Hazır yeni yıl kapımıza gelmişken geleceğe uzanmanın ardından birde geçmişe gitmek fena olmadı. Kendi çapımda bir Christmas Carol deneyimi yaşadım diyebilirim herhalde.

29 Aralık 2008 Pazartesi

Görmek Yada Görmemek İşte Bütün Mesele Bu

Yine çok üstüne laf söylenebilecek bir konunun mim ile gelmesi ile yeni bir yazı yazmakta şart oldu. Aslında ilginç olan bu konu hakkında daha önce hiç bir şey yazmamış olmam. Bu bakımdanda böyle bir yazı yazmak iyi olacak. Lafı yeterince dolandırdıktan sonra me hakkında yazacağımızdan bahsedelim. Efendim konumuz gelecekte günün birinde görmeyi arzuladığınız olaylar.

Madde madde yazmak gerekirse umarım gelecekte bir gün;

  • Disiplinli bir şekilde çalışabilen biri olabilirim
  • Bazı şeyleri zor yoldan değilde diğer insanların benle paylaştıkları deneyimlerden öğrenebilirim
  • Film izleyebileceğim daha fazla boş vakte sahip olabilirim
  • Kargo'nun Yanlızlık Mevsimi gibi enfes bir yerli albüm daha dinleyebilirim
  • Red Hot Chilli Peppers konserine gidebilirim
  • Öğrencilikle son bağım olan yüksek lisans tezimi bitirebilirim
  • Yakın gelecekte yurt dışında çalışma şansı yakalayabilirim
  • Yine şu anda olduğu gibi içimdeki yaramaz çocuğu yaşatabilirim
  • Daha sık sinemaya gidebilirim
  • Arkadaşlarımla daha sık gülüp eğlenebileceğim ortamlarda olabilirim
  • Hava ne kadar soğuk olursa olsun vapurda açık kısımlarda oturup boğaz manzarasında kendimi bir kez daha kaybedebilirim
  • İnsanlarada daha az mesafeli davranabilirim
  • Toplumda anlamlandıramdığım şeyleri umursamayabilirim
  • Erken yaşta emekli olup hayali kurduğum kır evini satın alabilirim
  • Daha sabırlı biri olabilirim
  • Schindler's List filminde Oscar Schindler'in fabrika işçilerine veda sahnesini bir kez daha izleyebilirim
  • Geçmişte yaptıklarımı geçmişte bırakabilirim.
  • Arada eskilere dalıp ne günlerdi diyerek şu anda rahatsız olduğum şeyleri düşünüp içimden pehhhhhh demeyebilirim
  • Yılbaşında lapa lapa kar yağdığını görebilirim
  • Erken kalktığımda keşke biraz daha uyuyaybilsem demeyebilirim
  • Ferhan Şensoy ile Rasim Öztekin'in oynadığı Pardon gibi bir film izleyebilirim
  • Odaklanma konusunda daha başarılı olabilirim
  • İnsanlarla dertlerimi daha kolay paylaşabilirim
  • Bir gün üşenmeyip üniversiteye diplomamı almaya gidebilirim
  • Gerçek anlamda spor konusunda yazabilen spor sayfaları olabilen gazeteler görebilirim
  • Böyle bir liste hazırlarken daha düzenli olabilirim

Evet böyleyken böyle. Yazmadan önce daha kolay geliyor ama maddeleri sıraladıkça bu iş göründüğü kadar kolay değilmiş diyor insan. Yinede aklımda olanları sıralayabildim.

28 Aralık 2008 Pazar

Asist Testi yada Test Asisiti, Yer Yer Mim Olarakta Geçiyor

Bazen başlık bulmak hiç ama hiç kolay olmuyor. Hele birde pek alışık olmadığım Mim konusu gibi bir konuda olunca durup düşüneyim biraz dedim. Ama bazen insanın basireti mi bağlanıyor nedir. Aklıma güzel bir şey gelmedi. Bende aklımda o an olan şeyi biraz süsleyip koyayım dedim oldu bitti. Ha nasıl oldu derseniz ona bende allah bilir derim.

Şimdi birde Mim nedir onu anlatsam mı acaba diye düşünürken hazırlık ve yazıyı bağlama açısından faydası olacağı kanaatine vardığımdan bu olayı bildiğim kadarı ile anlatayım. Efendim bu Mim denen fasilitesi bir arkadaşınızın yazdığı yazının sonunda aynı konu hakkında istediği insanların isimlerini verip onlarında bu konudaki yazılar yazmalarını rica etmesi olarak tanımlanabilir.

Şimdi ne hakkında mimlenmişiz ona gelelim. MSN'deki "Kime Aşık Oluyorsunuz" testini (ki adreside: http://testyourself.tr.msn.com/test/kimlere_asik_oluyorsunuz/Test.aspx) doldurup sonucunu burda okuyacak olanlarlar paylaşmakla alakalı.

Ben sonucu yazmadan önce soruları ve o sorulara neden şıklar arasında o cevabın doğru cevap olduğunu yazayım diyorum. İlk soru ile başlamak gerekirse;

Sevdiğiniz bir programı seyrederken birden bire televizyonunuz bozuldu...
Genelde evde bu tür durumlarda yangın çıktığında çalınan alarm görevi gördüğümden direk olarak "Tamir etmeye çalışırım, bu tür işler bana keyif verir" cevabını verdim. Özellikle işin sonucunda bozulan şeyi tamir etmişsem bu işler bana keyif verir.

İlk defa buluşmaya karar verdiniz ve buluşma yerine gittiğinizde orada değildi...
Normalde de arkadaşlarla buluşurken zaman zaman ya gelemezlerse yada ya çok geç gelirlerde bende burda direk gibi beklemek zorunda kalırsam diye kendime sorup durabilen biriyimdir. Ama yinede bir olurda gelmezse onun hakkında kötü düşünmek yerine acaba gelmemesinin nedeni nedir diye merak ederim. Bu durumda cevabım "olur

Birlikte oluğunuz kişinin aslında hayatında başka biri olduğunu öğrendiniz...
Hayatta bir çok önemli şey vardır. Ama birinin size karşı dürüst olup olmaması bence pek çok şeyden önemlidir. Yalan söyleyen insandan her an her şey beklenebilir. Helede bu kadar önemli bir konuda yalan söyleyen bir insanla konuşmanın tartışmanın yada ona değer vermenin bir anlamı olmaz. Cevabım açık ve kesin bir şekilde "Bir daha yüzüne bile bakmam" oldu.

Bir arabada aradığınız en önemli özellik nedir?
Hız konusundan başlarsak açıkçası hızlı araba kullanma hevesimi bilgisayar oyunlarından alabiliyorum. Sağlamlık konusu aslında önemli bir konu olsada pek çok insan gibi bende o konuda çok bilgili biri sayılmam. Tasarım elbette önemlidir ama bir arabanın şekli şemali düzgün diye içinde rahatsız bir şekilde yolculuk yapmayı istemem. Tüm bunları değerlendirince benim için arabada en önemli özellik konfor oluyor diyebilirim.

Maskeli baloya davetlisiniz, aşağıdakilerden hangi kostümü seçersiniz?
Açıkçası oldukça hoşuma giden bir soru oldu. Keşke şıklarda olmasada istediğim gibi bir cevap verebilseydim. Eğer öyle bir şansım olsa Spawn kostümünü seçerdim.Sanırım Spawn hikaye olarak beni etkilemesinden dolayı böyle bir soru için aklıma gelen bir cevap oluyor. Şıklardan ise Dark Knight'ında etkisi ile Batman'i seçtim. Kusura bakma Jack Sparrow. Bu arada şıklarda olmasada kirli atler çıplak ayak tandemi ile John McClane'de güzel opsiyon olurdu.

Sizce hangisi gerçek aşk?
Bu soruda anlamadığım daha doğrusu mantıklı bulmadığım bir şey var. Ferhat ile Şirin ve Romeo ve Juliet bence birbirine çok yakın ve aşka aynı pencereden bakan cevaplar oldu. Sırf bu nedenle Temel Reis ve Safinaz'seçebilirdim. Ama yinede Romeo ve Juliet'i seçmek ağır bastı.

Doğa üstü bir güç edinme hakkınız olsa, hangisini seçerdiniz?
Bu soruya açıkçası bayıldım. Hele birde tam aklımdaki cevapta şıklarda olunca daha bir bayıldım. Hepsinden önce benim gibi çizgi roman kahramanlarını seven biri için çok uygun bir soru oldu. Cevaba gelecek olursak. Hayatımda her daim insanların aklından neler geçtiğini merak etmişimdir. "Düşünce okuyabilme " gücüde tam benim kafamdaki merakı çözebilecek bir şey.


Yolunuzun üstünde her gün gördüğünüz normal bir ağacın, birdenbire kumaş parçaları ve dilek kağıtları ile kaplandığını gördünüz...
İtiraf etmem gerekirse oldukça ilginç bulduğum bir soru oldu. Fotografını çekmek ve Kağıtlarda Yazanları okumak şıkları arasında kaldım. Muhtemelen bana kalsa ikisinide seçerdim. Ama hangisini muhakkak yaparsın diye sorarsanız "Fotografını Seçmek" cevabını veririm.

Uzun zamandır görüşmeyi dilediğiniz kişi, sizi daha önce gidip de hiç hoşlanmadığınız bir yere davet etti...
Baya kazık bir soru aslında. Böyle durumlarda çok inatçı davranmam açıkçası. En azından oraya gidip karşımdakine o mekanla ilgili sorunu görsel örneklerle anlattığımda bundan sonra o mekana gitme ihtimalimizin ortadan kalmasını umarım. Buna en uygun şıkta "Demek ki orada rahat ediyor diye düşünürüm ve sorun çıkarmam giderim" oluyor sanırım.

Gece ve gökyüzü deyince aklınıza ilk hangisi gelir?
Çok hoş ve naif bir soru olmuş. Cevaplarken pek zorlanmadım açıkçası. İstanbul gibi hava kirliliği olan bir şehirde yaşıyorsanız. Yıldızları düzenli olarak görmeyi unutabilirsiniz. Hatta zaman zaman Hilal şeklinde ay bile gözükmez olabilir. Ama Dolunay önünü bulutlar kapasa bile her daim kendini belli eder. Birde çocukken hem filmini hemde çizgi dizisini sevdiğim Teen-Wolf sağolsun seçimim "Dolunay" oldu.

Veeeeeeeeeee işte cevap anı aynen buraya kopyalamam gerekirse;

Kurtarıcı

Sizin doğal mesleğiniz kurtarıcılık. Bu nedenle çoğu zaman, kişisel veya aile hayatında problemleri olan insanlara aşık oluyorsunuz. "Beni hep sorunlu kişiler bulur" sizin çokça sarfettiğiniz bir cümle. Bu durumdan çok yakındığınız zamanlar oluyor fakat aksi sizin için düşünülemez. Eğer bir kişinin hiç problemi yoksa, hayatını huzur içinde yaşamayı seçmiş ve başarmış biri ise size çekici gelmeyecektir. Çünkü o kişide düzeltilmesi gereken bir yön yoktur ve bu sizin asli görevinizi yerine getiremeyecek olduğunuzu gösterir. Siz aşık olmak için; problem çözücü, onarıcı, tamir edici ve kurtarıcı vasıflarınızı kullanabileceğiniz ilişkiler ararsınız. Bu yüzden daha ziyade sorunlu olan kişiler size çekici gelir.


Açıkçası genelde insanların sorunları olduğundan ve bunu bana anlattıklarından onları başımdan pek savmam ama hepte etrafımda böyle insnalar olsun istermiyim bimiyorum. Gerçi daha önceki yazılarımda bendeki en ciddi sorunun başkalarının sorunlarını dinleyebilirken kendi sorunumları anlatamama olduğunu söylemiştim. Acaba bu durum onun bir sonucu olabilir mi diye düşünmeden edemedim.

Yanlız böyle insanların bence en önemli sorunu terzi kendi söküğünü dikemez sendromuna düşmeleri olur herhalde. Etrafındakilerin sorunları ilgilenirken kendininkileri çözememek çok kötü bir şeydir.

İlginç testi sonucun benlen hiç bir alakası yok diyemem ama bu kadar keskin çizgilerle belirlenmiş bir şeyler olduğunuda sanmıyorum. Mim içinde teşekkürler eğlenceli bir testti.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Kaderinden Kaçan Adam

Bu başlığı yazarken aklıma Terminator serisinden John Connor geldi. Annesi onu doğduğu günden itibaren lideri olmak zorunda kalacağı savaştan korumaya çalışmıştı. Sonuçta bu çabaların ne kadar işe yarayacağını 2009 yılında gelecek olan serinin dördüncü filminde görürüz.

Konuya girmek gerekisek; pek çok yazıda hayatın bana biçtiği olgun insan modelinden kaçmaya çalıştığımı anlatıyor yada ucundan kıyısından bahsediyordum. Bu sefer direk bu konuyu ana yemek olarak iredelemek gerek sanırım. Yada daha doğrusu benim bu konuyu irdeleyesim geldi sanırım.

Yıllarca filmlerde, kitaplarda yada sağda solda ne kadar büyürse büyüsün çocuk olabilen insanlara özenirdim. Bu özenti zamanla bana mantıklı bir yaşam tarzı gibi gelmeye başladı. Daha sonra ise zaten çocuğum bu yaşam biçimin kralını yaşıyorum diyerek bu fikre iyice sarıldım.

Fakat zamanın acımasız çarkından bende geçtim. Uzun süre hala daha çocuğum diyerek kendimi avutabildiğim kadar avutmaya çalıştım. Ama sonra öyle bir çağa geliyorki insan artık çocuk olamıyorsun. En fazla ben içimdeki çocuğu öldüremedim diyebileceğin bir duruma geliyorsun.

Bu belki insanın üstüne binecek sorumluluklarından kaçması için bir liman, belki bir safsata bu ama ben bu fikre gönülden bağlıyım. Daha doğrusu ben çocukluluk yapmayı bazen hiç bir şeyi kafama takmadan sadece yapmak istediğim için yapabilmeyi seviyorum.

Sırf sorumluluklarım var diye bu sorumluluklarım dışında kalan zamanlarda yıllarca yapmaktan zevk aldığım başkalarınn boş dediği yada yaramazlık olarak adlandırıldığı şeyleri yapmaktan kendimi mahrum edeyimki. Belki biraz bencilce olarak algılayabilirsiniz ama hayatta zevk aldığımız pek az şey varken neden en çok zevk adlığımız şeyi kendimize yasaklayalım ki.

Hayat zor kabul ediyorum. Hoşuma gitmesede hayatta ilerledikçe üstüme yüklenecek sorumluluklardan kaçmayı düşünmüyorum. Ama bunlar içinde hayatımın en önemli zevklerinden biri olan ve beni ben yapan şeylerden uzaklaşamam. Eğer öyle yaparsam tüm o yükün altına girmenin ne değeri kalır ki. Zaten tüm bunları katlanabilir ve makul kılan kendime bu ödülü verebilmem olabilir.

Peki bu kadar bahsettik ama çocukluktan ne kastettiğimi anlatmadan konuyu noktalarsam sanırım pekte akıllıca bir iş yapmış olmam. Çocukluk benim için en basit anlamı ile özgür olmaktır. Sorumluluklarını değilde kendi zevklerini ön planda tutabildiğim anlardır bu anlar. Yapmak istediklerimde bir mantık aramaktan ziyade eğlence aradığım anlardır.

Bu anları eskiden çok daha fazla yaşarken pek o kadar önemsemezdim. Ama bu tür "kaçamakları" yapabileceğim zamanlar kısıtlandıkça bu anlar benim için çok daha fazla değerli olmaya başladı. Bu iş için ayırabildiğim en ufak anımı bile boşa geçirmek istemiyorum. Hatta bunun için gerekirse plan yapmaya bile razı olabiliyorum.

İşte bu kadar basit gözüken şeyler bazen hayatta tahmin ettiğinizden bile daha değerli olabiliyor. Özelliklede hayata hep çocukların bakış açısı ile bakmaya çalışan biriyseniz bu bakıç açısını kaybetmemek için sık sık pratik yapmak gerekir. Çocukluk asla sadece çocukluk değildir. Yeri geldiğinde bir yetişkine verilebilecek en büyük ödüldür.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Planlasakta mı Yaşasak Planlamasakta mı Yaşasak

Sabah saat 06:30 zar zor uyuyorum. Gözlerimi açmakta zorlansamda yataktan kalkıyorum. Bu kadar zorluktan sonra hangi gömleği giysem diye düşünüyorum. İşte hayatımda düzenli olarak yaptığım tek plan bu sayılabilir. Bunuda üzülerek yada kendimi eleştirerek söylemiyorum. Bilakis hayatımda çok planlama yapıyor olmanın mutluğuna vurgu yapıyorum.

Dün bir arkadaşımla msnde muhabbet ediyorduk. Laf döndü dolaştı planlara ve hayallere geldi. Hayallerin planlara göre insanda daha pozitif etkileri olması üzerinnde hem fikir kaldığımız bu muhabbet sonrasında bu konuda kafamda birikenleri buraya yazsam fena olmaz diye düşündüm.

Açıkçası plan kelimesi bana çok güzel şeyler çağrıştırmıyor. Bir şey için plan yapıyorsam kendimi bir sınava giriyor gibi hissediyorum. Ehh hem uzun yıllar öğrenci olmuş olmam hemde hazırlık yapmayı sevmeyen biri olmadan dolayı planlama bana biraz ters geliyor.

Hayaller ise çok daha masum ve çekici geliyor. Hem hayal dünyasına ulaşılması kolay hemde insanı bu yola girmek bile mutlu ediyor. İnsan hayallerine ulaşabilmek için çaba sarf etmese bile sadece hayal ederek bile mutlu olabiliyor. Günün bütün zorluklarından yada yorgunluklarından arınıp beş dakika içinde bile oraya gidip mutlu olabiliyorum.

Bilemiyorum bu konuda ne kadar objektif olabilirim. Ama planlama dedin mi işin içine uğraşlar, zorluklar ve mücadeleler giriyorken hayal kurmakta insanın kendi aklı dışında hiç bir sınırı olmamasındanda dolayı tercih ettiğim bir şeydir.

Tembel, doğaçlamayı seven ve zaman zaman kafamı boşaltacak bir yer arayan biri olarak daha öncede dediğim gibi bu konuda taraflı olabilirim. Fakat zaten şu an içinde bulunduğum zamanda bile bir ton zorlukla mücadele ederken kesin olarak elde edip edemeyeceğim bir şey için (her ne kadar o şey çok istediğim bir şey olabilsede) tüm bunların üstüne daha fazla çileye katlanmak bana akıl karı gelmiyor.

Ha hayatta bazı durumlarda planlama yapmak zorunda kalabiliyor insan. Bu durumlarda da kısa vadeli ve nispeten kolay planlara yöneliyorum. Bir gün sonra yapılacak şeyler için yapılan basit planlar yaparak bu eksikliğimi gideriyorum diyelim.

Hayaller hakkında ise en sevdiğim şey sınırı olmaması. İnsan hayal kurarken o an neye ihtiyaç duyuyorsan ona uygun bir hayal kurabiliyorsun. Planlar bu bakımdan daha prensipleri var gibi gözüküyor olsada hayatta zaman zaman nabza göre şerbet veren şeyler daha iyi geliyor.

Kafamda olan konsepti birebir anlattım emin değilim ama en azından yazıyı yazmaya başlarken düşündüğüm şeyleri ellerimden geldiğince ortaya koymayı başardım sanırım. En azından dün akşam kafamda oluşanları yazabildim. Bu arada bu yazıyı yazmamda ilham kaynağı olan muhabbeti çevirdiğimi arkadaşımada bu nedenle teşekkür ediyorum.

14 Aralık 2008 Pazar

Nostaljik Anlar

Saat sabaha karşı üç. On dakika öncesine kadar yatmayı düşünüyordum. Hatta 1 saat öncesinde bana bu yazıyı yazdıran Okan Bayülge'nin Disko kralınıda izlemeyecektim. Ama hayatı çekilir kılanda bu sanırım. Bazen en beklenmedik anda en beklenmedik şeyler karşınıza çıktığında en beklemediğiniz şeyleri yapıyorsunuz.

Efendim az öncede belirttiğim gibi bu yazıyı Disko Kralının bu akşamki bölümü nedeniyle yazıyorum. Peki bu bölümde beni yazı yazmaya iten ne oldu derseniz çok kısa ve net bir cevap vereceğim. Doksanlı yıllar.

Bu akşamki bölümde dokanslı yollarda Türk müziğine damgasını vurmuş isimler konuk oldu. Harun Kolçak, Burak Kut, Hadi Yine İyisin Tayfun, Hakan Peker, Ah Canım Vah Canım Ahmet, Yonca Evcimik ve Barbaros Hayrettin gibi pek isim konuk oldu.

Ama konuklardan öte programda sık sık gösterilen dönem klipleri beni benden aldı. Zamanında ama severek ama hoşlanmayarak dinlediğim şarkıları 10-15 sene sonra görünce açıkçası bir tuhaf oldum. Daha ziyade her klipte aaaa şu şarkıyı dinlerken şunlar olmuştu gibi bir sürü bağlantılı anılarım canlandı.

O zaman daha çocuk aklıyla dinlediğim şarkıları bu günkü ben olarak dinlediğimde hem o ufaklığımı yanımda hissettim hemde bu günkü beni ben yapan geçmişimin kaynaklarını tekrar hatırlamış oldum.

Belki şimdi bu tür şarkıların yeni örneklerini dinlemiyorum ama o dönem bu şarkıları dinleyerek büyümüş biri için uzun zaman sonra böyle bu şarkılar toplu halde dinlemek çok farklı bir duygu. Bir anda bu kadar çok anı beynime hücum ettiğinden lafı toplayıp bir yere bağlamakta zor geliyor. Ama elimden geldiğince derli toplu anlatmayı umuyorum aklımdan geçenleri.

Bir ihtimal subjektif davranıyorum ama o dönemki şarkıların bir ruhu varmış gibime geliyor. Yada insan dinlediği şeylere anlam yüklediğinden bu şarkıların ruhu varmış gibi hissediyorum. Şimdi dinlediğim pek çok yerli şarkıda bu şarkılarda hissettiklerimi hissedemiyorum. Bilmiyorum neden niçin ama bu şarkılar, bu ezgiler bana farklı geliyor.

O dönemler yeni yeni dışarıdaki örneklerine benzer/yarışır kalitede şarkılar yapabildiklerinden dolayı belki bu şakılar bana değerli geliyordu. Ama ne olursa olsun bu şarkılarla büyümüş insanların anlatmak için kıvrandığım şeyleri anlayabildiklerini sanıyorum.

O zamanlar şimdiki kadar farklı kaynak yada tarz yokken elimizde olanların bile bizde böyle bir bırakabilmesi aslında güzel bir şeymiş. On sene sonra dönüp baktığımda aynı duyguları aynı insan olduğum için hissetmesemde hala en derinlerden bir şeyler hissediyorsam, o doksanların bir büyüsü varmış demekki demeden edemiyorum.

Hey corç versene borç diyerek bu yazıyı daha doğrusu karalamayı noktalamak istiyorum.

11 Aralık 2008 Perşembe

(Dayak) Yemekteyiz

Son yazıya gelen yorumlara bakınca "Yemekteyiz" yarışması hakkında bir şeyler karalamak biraz gereklilik gibi oldu sanırım.

"Yemekteyiz denen bu programda ülkemizde inceden bir TV fenomeni olmaya doğru gidiyor ya artık ne diyeceğimi bilemiyorum. Tamam hoş bir fikir ile oluşturulmuş bir konsept ama o insanların hem yemek sırasında hem yemeği yapana puan vermeleri sırasındaki halleri ve tavırları o kadar yapmacık ve sahteki insan o an gördüklerinden sadece nefret edebilir gibime geliyor. Ama nedense bu tür yapmacık şeyler beğeniliyor." Demişiz bu konu hakkında oradan alıp gidelim.

Önce işin pozitif yönüne bakmaya çalışalım. Şimdi bu tür yarışmalar insanlara yeni yemekler öğrenme yada bilinen yemeklerin hazırlanması sırasında püf noktalarının keşfedilmesi gibi konular ilk fırsatta dikkati çekiyor. Ayrıca birbirlerini tanımayan farklı kesimlerden gelen insanları bir sofra etrafında birleştirmesininde bazı sosyal alt metinleri türetilebilir.

Fakat daha önceki yorumumda da belirttiğim gibi yarışmacılarının buram buram yapmacıklık kokan hareketleri insanın ciddi şekilde gözüne batıyor. Hatta izlediğim bir kaç bölümde hareketleri geçtim bildiğim bir kaç yemeğe çok ciddi şekilde mantıklı olmayan eleştirilerini görünce insan ister istemeden ya bu yorumu eleştiri olsun diye yapılıyor yada yemek yapmaktan anlamayan biri konuşuyor diye düşünüyor.

Aslında yarışmacılarıda suçlayamıyorum. Ülkemizde interaktif olarak adlandırabileceğimiz yarışmalarda kazanmanın genel kriteri kavga edip sansasyon yaratmak olarak empoze edildiğinden bu yarışmaya katılanlarda kazanmanın yolunun ellerine geçen her fırsatta kavga çıkarmaktan geçtiğini sanıyorlar.

Ülkemizde bu tür şeyler tutabilir ama kendi adıma böyle gergin ortamlardan rahatsız biri olarak böyle sahnelerle karşılaşmaktan hiç hoşlanmıyorum. Anlamadığım insanların hayatlarında bir çok sebepten dolayı zaten gerim gerim gerilirken birde böyle ekstra gerilim mi programlardan hoşlamasıdır.

Halk arasında çivi çiviyi söker olarak adlandırılan durumdan yada ben zaten dertliyim tasalıyım başka insanların derdini, kavgasını göreyimde halime şükredeyim düşüncesi ile izleniyor olabilir belkide.

Açıkçası bu yazıyı yazarken bir yere gelmeyi yada konuyu bağlamayı amaçlamadım. Sadece kafamda oluşan bazı sorular vardı. Bunları böyle yazıya dökerek ilerde dönüp baktığımda kendime bunlar tekrar sorup belki cevaplar alabilirim diye umuyorum. Yada bu konuda benden daha iyi cevapları olanlar benle paylaşır.

10 Aralık 2008 Çarşamba

Post-İt Notları #6

- Uzun zamandır olmadığım kadar huzurluyum. Zamanında tembelliğin bile sürekli olduğunda sıkıcı olduğunu söylemiştim. Ama tembellik belli bir çalışma temposunda sonra daha az dozlarda olunca hayat kurtarıcı oluyor insan için.

- Bu aralar biraz bilgisayar oyunlarına zaman ayırınca fark ettimki eskiden bu oyunlar ilgimi çok daha fazla çekiyorlarmış. Sırf Monkey İsland'ı bitirmek için 7-8 sene önce yaptıklarımı hatırlıyorumda şimdi en fazla mouse masaya sertçe fırlatmakla yetiniyorum.

- Kışın sinemalarda pek fazla film olmamasına alışkınım ama şu son bir aylık dönemde de piyasa kurudu resmen. Tropic Thunder'dan beri beklediğim (belki biraz zorlarsak Bond filmi denebilir ama nedense Bond filmleri benim için sinemada izlenecek filmlerden değildir) bir film gelmedi.

- Göztepe'de açılan Optimum alışveriş merkezine daha içine girmeden gıcık oldum. E-5'in kenarına yapılmış olduğundan trafiğin canına okuyan bu AVM sağolsun işten eve gelişimde 15-20 dakikalık bir fark oluştu. Artık o kısımda sinirlenmemek için Göztepe Köprsü ve Yenisahra durakları arasında uyumaya çalışıyorum.

- Bayadır beklediğim Dark Knight filminin DVDleri piyasaya çıkmış. Bende gördüğüm yerde hemen bir tane aldım. Bu senenin en iyi filmini senenin son günlerinde bol bol izlemeyi planlıyorum. Hatta yılbaşı akşamı yine 20 senedir değişmeyen yılbaşı programları olursa tvlerde akşam yemeğinden sonra film maratonu yaparak yeni yıla girerim. Böylece sinema tadında bir sene geçiririm umarım.

- Bu sene krizinde etkisi Kurban bayramı için tüm alışveriş merkezlerinin bahçelerinde kurulan kurban satış noktaları bayramdan bir ay önceden değilde sadece bir hafta önce açıldı. Böylece tezek kokusu içinde kaldığım toplam süre kısalmış olacak tabi.

- Yemekteyiz denen bu programda ülkemizde inceden bir TV fenomeni olmaya doğru gidiyor ya artık ne diyeceğimi bilemiyorum. Tamam hoş bir fikir ile oluşturulmuş bir konsept ama o insanların hem yemek sırasında hem yemeği yapana puan vermeleri sırasındaki halleri ve tavırları o kadar yapmacık ve sahteki insan o an gördüklerinden sadece nefret edebilir gibime geliyor. Ama nedense bu tür yapmacık şeyler beğeniliyor.

- TV yarışmaları dedimde aklıma geldi. Bir dönem Show TV'de kaçak diye bir yarışma vardı. Her hafta (yada ayda olabilir emin değilim zaman kısıtından) yarışmacı bir ilde kendisine verilen günlük görevleri şehir sakinleri tarafından tanınmadan yapmaya çalışıyordu. Fakat yanılmıyorsam yarışmanın Bursa ayağında sanırım yarışmacıyı yakalayana para ödülü verileceğinden dolayı çoşan il halkı yarışmacıyı bulmuş ve yakalamak için baya baya pataklamışlardır. Bu olaydan sonrada o yarışma yayından kalıdırılmıştı. Daha doğrusu yayından kalktımı net hatırlamıyorum ama bu olaydan sonra o yarışma ile ilgili başka hiç bir şey hatırlamıyorum.

- Son zamanlarda her ne kadar hayatımda olan bitene iyimser bir açıdan bakmaya çalışsamda bazı şeyleri hiç bir zaman başaramayacakmışım gibi hissediyorum. Bu durumda beni üzmekten ziyade umursamaz yapıyor. Genelde yenilgiyi kolay kabullenen biri olmadığımdan bu teslimiyetçi tavrımın nedenini bir türlü anlayamıyorum. Düşündükçede daha mantıksız geliyor.

- Yakın tarihli bir kaç yazımda çevremde gördüğüm insanların bazı davranışları beni rahatsız ediyor tarzı şeylerden bahsetmiştim. Bir önceki maddede hisstettiklerimden midir yoksa her iki durumun nedeni olan başka bir şeyden mi bilemiyorum ama eskisi kadar bu insanları umursamıyorum. Lanet olsun diyerek geçiyorum. Eskisi kadar bu insanları gözlemleme isteği gelmiyor içimden.

- Gider ayak güzel bir madde ile sonlandırayım diye düşünmüştüm ama aklıma okuyanın yüzünü güldürecek güncel bir konu gelmedi. Belkide umusamazlığımın nedenide gülecek bir şeyler bulmakta zorlanmamdır. Bunu bir düşüneyim iyisimi.

9 Aralık 2008 Salı

Bayram Şekerleri

Başlığı çocukluğumda hemen her kanalda olan sabah şekerlerinde arakladığımı itiraf ederek yazıya başlamak sanırım en doğrusu olacak. Ardından biraz geç kalmış gibi olsamda (Gerçi hala bayram devam ediyor) herkesin bayramını kutlayarak devam edeyim diyorum.

Neyse bu itiraf ve kutlama içerikli girişten sonra bu bayramda olanlara ve olacaklara bir göz atayım. Öncelikle cuma gününün tatil olmaması benim açımdan kötü oldu. Tam tatili 9 güne tamamladık derken, bir gün işe gitmek uzun tatil ruhunun tadını kaçıracak. Ama gelecek sene bu kadar uzun tatil denk gelemeyeceği için eldekinin kıymetini bilerek her günü iyi değerlendirmeye çalışıyorum.

Bayram öncesi bir stres atma seansı (başka bir deyişle arkadaş ortamında alkollü bir eğlenceye iştirak ettimde denebilir) ile tatile başladım. Bu sayede bayram yoğunluğunda yaşayacağım stres birde işten arda kalan üstüne binmedi. Hoş bu bayram eski bayramlar gibi ilk günleri dinlenmekten ziyade koşturmakla geçmedi. Hatta tam tersine ilk gün öğleden sonrası ziyadesiyle sakin geçti denebilir.

Tabi bunda eski bayramların direği olan aile büyüklerinin yokluğunun çok ciddi etkisi var. Birde buna son bayramlarda olan bazı şeylere benim tavır almamda eklenince sakin sessiz bir bayram yaşıyorum. Ha böyle söylüyorumda bu işten hoşnutsuzum diyemem. Uzun zamandır böyle kafa dinlemeye ihtiyacım vardı. Son zamanlarda sürekli bir yerlere koşturunca bir şey yapmamanın tadını özlemişim açıkçası.

Bayramın kalanında bu bol bol dinlenmenin yanına vizyondaki bir iki filme gitme organizasyonunuda ayarlayabilirsem bu tatil tamamen tatil öncesi yapmak istediklerim yapabildiğim enden tatillerden biri olacak. Hele birde evde izlenmeyi bekleyen filmlerdende bir kaçını izlersem bu tatil amacını bile aşmış denebilir.

Dinleniyorum filan dedik, boş oturuyoruz dedik ama o kadarda boş durmadık efendim. Blogun sol tarafını inceleyenler daha renkli bir blogla karşılaşmışlardır herhalde. Hazır iş güç yokken net bir şeyler kafamda oluşmadığından sık sık ertelediğim resim ve blogu bazı sitelere kaydetme işlerini aradan çıkardım. Hoş resim ekleme işin henüz bitmiş sayılmaz. Daha çok resim eklenir ama en azından bir başlangıç yapmış oldum.

Yanlız bu blogu sitelere kaydetmek filan baya meşakkatli işmiş. Yada ben teknoloji konusunda her zamanki gibi biraz geri kaldığımdan ben zorlanıyorum. Neyse hep derim en güzel zorluk geride kalan zorluklardır zaten.

Bu arada sabah ne güzel daha tatilin başındayım diyordum ama kahvaltı yapıp kafam normal çalışmaya başlayınca farkettimki cumaya kadar bu gün hariç 2 günüm kalmış. Muhakkak bu günleride dolu dolu değerlendirmek lazım. Ondan sonra bir yılbaşında 1.5 günüm var. Oda bu tatille kıyas kabul etmez.

Yazıma son verirken herkesin bayramını son bir kez daha kutlar küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öper, eskiden harçlık alabildiğim bayramlarada en incesinden bir selam yollarım efendim.

7 Aralık 2008 Pazar

Züccaciye Dükkanın Giren Sakar Fil

İnsanoğlu bazen hayatında tuhaf durumlara düşer. Bunlar öyle durumlardır ki ne yaparsan kendini içinde bulunduğun durumdan kurtaramazsın. Hatta dahada kötüsü çırpındıkça bu bataklık gibi insanı içine çeken durumun içine iyice batarsın.

Burda asıl kafamı kurcalayan bu durumlara nasıl düşüldüğü yada nasıl çıkılacağından ziyade bu durumda kalan insanın davranışları ve bu tür durumlardaki anılarımızın neden zaman zaman hatıratımıza düşüp bizi rahatsız etmesidir.

Açıkçası bu durumlara nasıl düşüldüğü üzerine bir şey yazmamamın bir nedenide bu konuda ne diyeceğimi bilmememdir. Zaten bu durumlara nasıl düşüldüğünü çözsem bunu hemen bir çözüme dönüştürür ve kendimi en baştan zora sokmam.

Yine aynı şekikde bu durumlardan nasıl çıkılacağı hakkındada çok fazla bir akıl fikir (Genelde böyle pis durumlarda kaldığımda işin sonunda hep şansla o durumdan kurtulabilmişimdir) yürütemememden dolayı bu konuyuda burda gündeme getirip gereksiz bir kör dövüşüne girmeyi gereksiz görüyrum.

Durum durum durum dedik ama nedir bu durum diyerek konuyu daha anlaşılır bir hale getirmek lazım sanırım. Öncelikle bu konuya somut bir örnek vermek yerine kısaca durumun şartlarını anlatayım. Bu durum diye adlandırdığım pozisyonlarda kaldığınızda en özetle kesinlikle yapmak istemediğiniz bir işle yada olmak istemediğiniz bir ortamla karşı karşıya kalmışsınızdır.

İşin dahada kötüsü bu duruma mahkum gibisinizdir. Hiç bir şekilde ne bir kaçış nede bir kurtuluş yolu bulabilirsiniz. Bunları bilmenin verdiği hissiyatla kişisel olarak büzüşürsünüz. Tıpkı başlıktaki gibi Züccaciye dükkanına girmiş sakar bir fil gibi hata yapıp dikkatleri üstünüze çekmemeye çalışırken muhakkak bir sakarlık yapıp herkesin size odaklanmasını başarırsınız.

İşte o an insanın hayatında yaşayabileceği en kötü anlardır. Dahada ilginci o anların hatıraları nedense mutlu olduğunuz anlarda aklınıza gelip tadınızı kaçırır. O zaman sizin üzerinizde yarattığı etki yetmezmiş gibi o durumların hayaleti birde en mutlu anlarınızda gelip size tekrar saldırır.

Genelde bu anları en çok durum komedilerinde yada sakar ama sevimli başrol oyunculu filmlerde kullanılır. Ama oralarda olay bizim başımıza gelmediğinden gönül rahatlığıya güleriz. Hatta bu durumların zorluğunu sadece kendi başımıza geldiğinde anlarız.

Fakat bu sadece kendi başına geldiğinde duruma vakıf olma sorunu insanın doğasından gelen bencilliğinden değilde bu durumları hatırlamamak istemesinden kaynaklanıyor bence. Sadece başına geldiğinde bu olgunun varlığını hatırlamak her an o tür bir şeyin olacağını düşünerek yaşamaktan çok daha kolay oluyor.

Uzun lafın kısası hayatta insan bazen köşeye sıkışır ve bu sıkıştığı durumdan kendini kurtaracak bir gücü yada dirayeti olmayabilir. Bu anlarla ilgili insanın insana verebileceği çok geçerli öğütler olduğuna inanmıyorum. Bu nedenle insanoğlu elinden geldiğince bu durumları unutmak ister. Bana kalırsada en iyisini yapar.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Mütemadiyen

Mütamediyen başka hayatlar yaşıyorum, uyurken

Mütemadiyen bu başka hayatların en civcivli yerinde uykudan uyanıyorum

Mütemadiyen insanlara yol veriyorum

Mütemadiyen insanlar bu yolu aldıklarında kötüye kullanıyor

Mütemadiyen arıyorum, aranıyorum

Mütemadiyen aradığımı bulmaktan ziyade aramayı seviyorum

Mütemadiyen her şeyden uzaklaşmak istiyorum

Mütemadiyen kalabalıkların ortasında sıkışıp kalıyorum

Mütemadiyen derinlere dalıp gidiyorum

Mütemadiyen daldığım derinliklerden çekip çıkarlıyorum

Mütemadiyen konuşmadan önce planlama yapınca saçmalıyorum

Mütemadiyen doğaçlama bir şeyler yaparak durumu kurtarıyorum

Mütemadiyen sabahları erkenden uyanıyorum

Mütemadiyen uyanırken yeniden uyumak istiyorum

Mütemadiyen şarkı söyleyesim gelir

Mütemadiyen söylemek için aklıma uygun bir şarkı gelmez

Mütemadiyen bir işe büyük bir hevesle başlarım

Mütemadiyen yarısına gelmeden o işten sıkılırım

Mütemadiyen basit şeyleri düşünürüm

Mütemadiyen büyük resmi görmekle pek uğraşmam

Mütemadiyen zor durumlarda kalırım

Mütemadiyen zor durumları daha zor hale getiririm

Mütemadiyen eski kelimeleri kullanmaya çalışırım

Mütamediyen bu yazıdaki kadar çok kullanmam

30 Kasım 2008 Pazar

Şu Anda Başlık Görüntülenemiyor

Kafam kazan gibi şu anda. Normalde akşamdan kalma olmam yada öğlen kalkmamdan dolayı böyle sorunlarım olmaz. Ama bu gün nedense farklı hissediyorum. Ha bunun nedenlerinin peşine filanda düşmeyeceğim şu an için onuda önceden belirteyim.

Daha ziyade aklımda insanın kendini yorgun, isteksiz ve hatta hımbıl hissettiği anlarda neler olur sorusunun üstüne gitme niyetindeyim. Öncelikle kendi üzerimden çok yakın zamanlı (hatta bu yazı ile eş anlıda diyebiliriz) bir örnek vereyim.

Bu gün blog sayfamı açtığımda en son hangi gün yazı yazdığıma baktım. Tarihi görünce "bu gün bir şeyler" karalamak lazım dedim. Çünkü biliyorumki arayı soğutursam tembellik galip gelecek ve uzun süre tek satır yazamayacağım.

Ama sorun şuydu içimden yazacak bir şey gelmiyordu. Konusuz kalmak yada ilham gelmemesi gibi bir durum değil (Zaten konu bulma konusu o kadar her zaman kafamda yazılabilecek bir kaç konu olur asıl sorun bunları bir iskelete oturtarak yazılabilecek halde gözümde canlandırmak olur) bu bahsettiğim. Ellerim klavyeye gitmiyordu.

Üşenmeninde ötesinde yazı yazmak (ki son bir yıllık dönemde ciddi hobilerimden biri oldu) bana çok ağır bir yük gibi gelmişti. Eskiden bu tür şeyler hazırlamam gereken önemli ödevler yada çalışmam gereken zor sınavlardan önce hissettiklerim gibiydi. Sanki o hazırlama/çalışma sürecini ertelersem kaçınılmaz olan sondan kaçabilirmişim gibi hisseder. Sonunda ise kaçamayacağım kabullenir teslim (Tabi bu teslimiyet kararını verme süreci bir hayli uzun sürdüğünden tonla zaman kaybederdim) olurdum.

Şimdi bu kadar zevk aldığım bir şeyi yapmam gerektiğimde bu düşünceler kafamda oluştuğundan bunun ancak ve ancak bu gün bende bir isteksizlik olmasından kaynaklandığını düşündüm.

Asıl ilginç olanı ise normalde bu tür durumlarda kendimi hazır hissedene kadar her şeyi erteleyebilen bendeniz bu sefer tam tersine hem bu yapmamayı düşündüğüm şeyi yapıp hemde bu durumdam bahsederek durumun üstüne çok agresif şekilde gitmeye karar verdim.

Açık söylemem gerekirse başlığı yazdığım 15 dakika öncesi ve şu anda bu satırları yazdığım an arasında hissiyatımda çok ciddi değişimler oldu. Yazıya başlarken bir giriş yazayım sora oyalanır bir şeyler daha yazarım diye düşünmüştüm. Sonra bari bu durumumu örnek olarak verip onun üstünden giderek olaya daha direk gireyim diye sözde kendimce olaya daha baside indirgeyeyim dedim.

Fakat gelin görünkü bu isteksizliğin etkisi ile seçtiğim örnek beni fazlasıyla sarmaladığından örneği açıklamaya başladığım andan beri aralıksız yazıyorum. Hatta ilk anda aklıma ilk gelen başlıktan daha uygun şeyler aklıma gelmiş olmasına rağmen konuyu anlatmasada o anki ruh halimi daha iyi dışa vurduğundan ilk kullandığım başlığıda değiştirmemeye karar verdim.

Ne yalan söyeleyeyim yazıya başlarken kısa bir yada bir kaç örnek verip daha sonra bunlardan bir genelleme yaparım demiştim. Ama insan kendinden bahsederken, bunun sayesinde kendinide toparlayabiliyorsa planlarında ister istemez ufak değişiklikler yapabiliyor. Hele benim kadar doğaçlama çözümler yada fikirleri kullanmayı sevek biri bunu daha çok yapıyor. Bu nedenle genelleme yapmak yerine tamamen şu anda olanlar üzerinden en başta anlatmak istediklerimi anlatmaya çalıştım. Umarım başarılı olabilmişimdir. Olamasamda en azından bunu yapmanın beni daha iyi hissetirmesinin mutluluğu ile yetineceğim sanırım.

28 Kasım 2008 Cuma

Ben Bir Garip Cezveyim Köşe Bucak Gezmeyim

Bu aralar birazdan bahsedeceğim konu oldukça popüler. Ayrıca üstünde biraz düşününce gayette bahsetmesi eğlenceli bir konu olacağından (hem az birazda bu yönde istekte varken) bulduğum ilk boş vakitte (ki oda şu an oluyor) yazmanın hayırlı olacağını düşündüm.

Neyse bu peşrev kısmını ziyadesiyle uzatmadan konumuza girelim. Efendim konumuz garip huylarımız. Daha doğrusu kişinin kendi tuhaf huyları yada sık sık başına gelen ve genelde şannsızlığın kanıtı olarak gösterilebilecek olaylar. Teker teker yazmak gerekirse;

- Yabancı bir ortama girdiğimde hele birde o yabancı ortam uyum sağlamamda zor bir ortamsa çok ciddi şekilde içine kapanır gözlerim önümde öyle dururum.

- Çoğu zaman uzun süre konuşmadıktan sonra bir şeyler konuşmaya başlayacaksam sesim muhakkak çatallı ve tuhaf çıkar.

- Randevularıma geç kaldığımda acele etmeyi, erken gittiğimde beklemeyi hiç ama hiç sevmem.

- Güzel bir manzara gördüğümde tam ona bakmak istediğimde önüme illa bir şey yada birileri çıkar.

- Bir yere yetişmem lazımsa yürüdüğüm yolda illa önümde biri zınk diye durur. Bende ona çarpmamak için kırk takla atmak zorunda kalırım.

- Ne zaman elimi cebime yada çantamın gözüne atsam aradığım şey illa en dipte, en ulaşılmaz yerde çıkar.

- Bir yerimi sakatlamışsam o yeri defalarca daha çarpar canımı çok daha fazla yakarım.

- Sinemada tam yerime oturup yerleştiğimde mutlaka yan taraftaki koltuklara geçmek için ayaklarımı toplamamı rica eder.

- Böyle garip huylar filan diye lafa girip daha ziyade Murphy Kanunlarının vücut bulmuş hali şeklinde olayları sıralamakta bu yazının bu ana kadar ki kısmı ile buraya girmeyi hakketti.

- Bir şeyi birden çok kere tekrarlamam gerektiğinde agresifleşirim.

- Çok pis bir inat huyum vardır. Kendi zararıma olsa bile bir şey benim için inada binerse o şeyde sonuna kadar giderim.

- Başladığım pek çok işte daha işin yarısına gelmeden o işten soğumaya başlarım. Ne kadar bu huyuma sinir olsamda özellikle ders ve iş konusunda bunu çok yaparım.

- Sıkıcı bir şeyle uğraşıyorsam çok kolay dikkatim dağılır. Daha doğrusu dikkatimi dağıtmak için yer ararım.

- Yeni ayakkabı yada pantolon aldığımda ilk önce sağ ayağımı ayakkabının yada pantolonun içine sokarım.

- Çok heyecan yaptığımda yada paniklediğimde önce çok sağlam saçmalar sonrada onu normalde yapamayacağım şekilde iyi toparlarım.

- Herhangibir şeye hazırlanmaktansa onun yerine doğaçlama bir şeyler yaparak geçiştirmeyi tercih ederim.

- Eskiden hep sınavlarında hasta olurdum. Sınav kağıdına eğildikçe beynim burnumda akacak gibi olurdu.

- Bazen aklıma komik bir şey gelir. Ama bundan ziyade bu komik şeyler en olmadık yerde ve zamanda aklıma gelir. Gülmemek için kendimi zor tuttukça suratımda daha saftorik bir ifade oluşur.

- Teknoloji özürlü sayılabilecek biriyimdir. Bu nedenle pek çok teknolojik yeniliğe karşı dururum ama sonrasında pes eder bende o yeniliklere sahip olurum.

- Son bir kaç yıldır kendimi çok yaşlanmış gibi hissetiğim anlar oluyor.

- Hayatta pek çok şeyi ancak tecrübe ederek öğrenebiliyorum. Sobaya elini uzatıp canını yakarak öğrenengillerdenim.

- Motive olabildiğim zaman önümdeki zorlukları aşma konusunda başarılı sayılırım.

- Çevremde kaba insanlar gördükçe sinirlenir inadına daha saygılı olmaya çalışırım. (Ama bunu nedense her zaman yapmam bazen sadece gördüklerime sinir olur geçerim)

Aslında böyle listelerin kolay kolay sonu gelmez. Bu nedenle burda noktalamak en hayırlısı olacak. Daha sonra böyle lislenecek kadar birikim olursa yeniden kaldığımız yere döneriz.

25 Kasım 2008 Salı

Kış Baştırdı

Genelde soğuk havaydı, kıştı filan derken pek tatilde olmadığından insan hafif bir depresifleşir. Daha doğrusu havalar kapanmaya başlayınca benimde içim kararır gibi olur. Fakat son yıllarda kış zamanlarında da tembellik yapacak bol vaktim olmasından bu durumu aşma yolunda önemli adımlar attım.

Her şeyden önce normal şartlardan bana sıcak yada soğuk havadan birini seç deseler ben soğuğu seçerim. Belki bere ve eldiven kullanmayı sevmemden, belkide sıcaktan ne yaparsan yap kaçman zorken soğuğa karşı giyinerek karşı koyabilme durumundan dolayı.

Eskiden en çok yağmurlu ve kapalı havalara gıcık olurdum. Daha öğlen saatinde hava kararmış gibi insanın tembelliğe iter bu hava derdim. Fakat yağmurda amaçsızca ıslanmayı dert etmeden dolanmanın ve insanlar sağa sola kaçışırken yolun ortasından rahatça yürüyebilmenin tadını alınca eski fikirlerimi ciddi anlamda gözden geçirdim.

Oldum olası şemsiyede kullanmayı sevmeyen biri olarak gözlük takmaya başladığım dönemden sonra her yağmurda gözlük camlarında silecek olsa diye bir ihtiyaç duysamda o yağmurun kendi has yağarken çıkardığı ses ve insanın sadece yağmurun ıslattığı yollarda yürümek gerçekten başka bir lezzet başka bir zevkmiş.

Kışın birde en nadide en özel olayı vardır. O olduğunda her taraf bambaşka görünür göze. Tahmin edilmesi zor olmayan bu sözde gizemi sonladırıp bahsettiğim şeyin kar olduğunu söyledikten sonra karın güzelliğinden bahsetmek gerekir.

Kar demek soğuk demek, kar demek yolların kapanmas demek ama eskiden beri en önemlisi kar demek tatil demek. Ama o tatil olayınında dışında kar yağdımı bu Şehr-i İstanbul bir başka oluyor. Her yer bembeyazken gecenin en ayazında camı açıp dışarı bakmak. Yüzünde o soğuğu dibine kadar hissetmek gerçekten insana yaşadığını hissettirir.

Tabi birde kar yağarken yüzünü gökyüzüne dönüp kar tanelerini yemeye çalışırdım. Açık söyleyeyim bunu hala yaparım ve yapmaktanda büyük zevk alırım. Kar topu oynamak yada kardan adam yapmaktan bile daha zevklidir bu kar taneleri yemek.

Düşündümde kış hakkındaki fikirlerimin değişmesi çok iyi olmuş alsında. Eskiden yılın en az 3-4 aylık kısmından bunalırdım. Fakat şimdi o dönemleri belkide yazdan daha çok seviyorum daha çok bekliyorum. Birde büyük bir hayalim var ondanda bahsederek yazıyı noktalayalım. Umarım bir yılbaşı akşamında camdan baktığımda etrafı bembeyaz karlar altında bulurum.

23 Kasım 2008 Pazar

Ağır Misafirler

Saate baktı. Fazla zamanı olmadığını görünce içini tatlı bir heyecan karşıladı. Kolay değil tabi, bugün çok çok özel üç misafir ağarlayacaktı. Hayatının son 6 yılını bir akşam yemeğinde masaya dökebilmek herkese nasip olabilecek bir şans değildi.

Onların en sevdiği yemekleri yaptı. Köfte, Biftek, Patates Kızartması ve büyük bir kase Salata yemeğin öne çıkan kısımları olacaktı. Yemek yapma konusunda çok yetenekli biri olmadığından yemekleri hazır aldı. Onları ısıtıp misafirler gelmeden önce masaya servisi yapması yeterli olacak olsada hata yapmak istemiyordu.

Yemekleri ocağa bırakıp salatayı masaya koyduktan sonra müzik setine doğru ilerledi. Normal ne kendisi nede misafirleri yemekte müzik konusunda istekli değillerdi ama yinede normalde yapılmayan şeyleri denemek için oldukça uygun bir geceydi bu gece.

CDlerini karıştırmaya başladı. Pek çok albümü çok sert, çok gürültülü veyahutta muhabbet arka fonu olmaz bundan diyerek eledi. Sonunda aradığını bulmuştu. Ne çok dikkat çekici nede çok ortadan kaybolmayacak bir şeyler bulduğuna karar verdi. Kargo'nun Yanlızlık Mevsimi albümünün introsu Azizlerin Yanlızlığı çalmaya başladı.

Tekrar saate baktı. Nerdeyse gelirler dedi. Koşar adımlarla mutfağa gitti. Isıttığı yemekleri sırayla ve itinayla masanın ortasına koydu. Odasına gidip misafirleri gelmeden üstüne bir kez daha çeki düzen vermeye karar verdi. Aynada kendisine bakmaya başladı. Gözlükleri yamuk duruyordu. İlk gözüne bu çarptı. Hemen gözlüklerini düzeltti. Sonra gri çizgili gömleğinin kollarını üç kat kıvırdı. Kotunun sağını solunu çekiştirip daha düzgün duracak hale getirdi Son kez kendine baktı ve tamam hazırım dedi.

Tam bunlar olurken kapı çaldı. Mükemmel zamanla diye içinden geçirerek evin diğer ucundaki odasında sokak kapısına gitmeye başladı. Kapıyı açtı. Karşısında 18 yaşında, kısa saçlı, hafif kirli sakallı irice bir delikanlı çıktı.

Kapıdaki: Nasılsın Onur?
Ev sahibi: Sağol Onur iyiyim seni sormalı.
Kapıdaki: Sağol abi, bildiğin gibi üniversite yeni başladı ona alışmakla uğraşıyorum.
Ev sahibi: Bilmez miyim canım bilmez miyim.

Kapıdaki Onur'un 18 yaşındaki haliydi. Aynı kişi 6 senede nasıl bu kadar değişir sorunun gözle görülür haldeki cevabı cerayan ediyordu evin kapısında. 18 yaşındaki misafirimiz içeri girdi. Üzerindeki montu çıkardı ve hemen salona doğru ilerledi. Üzerinde spor bir gömlek vardı. Kirli sakalının özellikle çenedeki kısmı diğer kısımlarından daha uzun görünüyordu. Ama henüz yeterince gür olmadığından istediği gibi görünmüyordu. Bu nedenle toptan sakalını kesmeyip biraz daha uzamasına karar vermiş gibi görünüyordu.

Hoş ev sahibi bu şekilde görünmesede olayın aslında böyle olduğunu gayet iyi biliyordu. Nede olsa insan herkesi kandırabilsede kendini kandıramıyordu. Salonda karşılıklı olarak tekli koltuklara oturdular. Tam 24 yaşındaki ev sahibi okul hakkında şöyle yap böyle yap diye nasihatlarda bulunur ve 18 yaşındaki misafir bunları dinler gibi görünüp aslında kafasındaki sınıf arkadaşları ile enstrüman çalmayı öğrenip grup kurmayı denesek mi konusuna yoğunlaştığında zil çalmıştı.

Ev sahibi kapıya doğru gitti. Karşısında 22 yaşında uzun saçlı, keçi sakallı paltosunun içindeki eşofman üstünün kapşonunu hala kafasından indirmemiş kendisi duruyordu. Kulağındaki mp3 çalar kulaklığından bangır bangır müzik sesi geliyordu.

Ev sahibi: Oooo merhaba merhaba hoşgeldin.
2. Misafir: Sağol abi, sırf bu yemek için akşamki pazarlama dersini ektim değerini bilesin
Ev sahibi: Sağolasında o derse zaten pek girmezsin, girdiğinde dersi çok dinlemezsin kimi kandırıcaksın allahını seversen geç otur hadi.
2. Misafir: Öyle deme abi bu sene okula ne kadar asıldığımı biliyorsun. Zamanında yaptığım hataları yapmıyorum. Ders çalışmasamda dersleri kaçırmıyorum çoğunlukla

Aslında ev sahibi bu konuyu daha çok uzatabilirdi ama kapının önünde konuşmaktan hem kendisinin hemde misafirinin hoşlanmamasından dolayı eliyle onu içeriye davet etti. İkinci misafir olan 22 yaşındaki halide ayakkabılarını baya bir uğraşı ile çözerek içeri girdi.

İki misafir merabalaşmış ve yeni misafirde üçlü kanepenin ortasına oturmuşken yine kapı çaldı. Ev sahibi diğerlerine "iyi herkes gelmiş oldu. Yemek için çok beklemeyeceğiz" diyerek kapıyı açmaya gitti.

Kapıda uzun saçlarını baya bir mücadele sonucu geriye yatırmış. Oldukça uzun favori ve keçi sakalı olan 20 yaşındaki hali vardı. Elinde cep telefonu mesaj atmakla uğraşırken gözlerini telefonun ekranından ayırmadan

3. Misafir: Ohooo abi kapıda ağaç olduk nerdesin yaaa
Ev sahibi: Ne diyorsun sen ya 30 saniye olmadı bile hem insan bir karşısındakinin yüzüne bakar ne bu elde telefon çıt çıt çıt mesaj yazıyorsun.

Biraz sinirli bir halde onuda içeri davet etti ev sahibi salondaki kısa süreli muhabbet sonunda ev sahibi "Acıkmışsınızdır hepiniz, isterseniz yemeğe geçelim" dedi. Tüm misafirler bu teklifin adeta üstüne atladı.

Diktörgen masanın uzun kenrlarının birine 18 yaşındaki misafir diğerine 24 yaşındaki ev sahibi oturdu. kalan iki sanldayeye ise karşılıklı olarak 20 ve 22 yaşındaki misafirler oturdu. Ev sahibi yemeklerinin üzerindeki örtüleri kaldırıp tabaklara servisi yaptı. Sonrada mutfağa koşup biraları getirdi. Biraz alkolle beraber çok daha eğlenceli bir akşam olur diye düşünmüştü bu biraları alırken. Ama ilerleyen dakikalarda olacakalrı bilse bunu yapmazdı herhalde.

Yemekteki ilk 15 dakika boyunca kimse konuşmadı. Bu arada Yanlızlık Mevsimininde Marilyn Monroe bitmişti. 22 yaşındaki misafir gülerek ve alaycı bir ifadeyle 20 yaşındaki misafire " Dersler nasıl gidiyor" dedi. 20 yaşındaki misafir "Ne dersi ya dersle ne işim olur. Kantinde oturuyorum anca hava çok soğuk olursa dersin ilk saatine giriyorum arka taraflarda telefonda oyun oynuyorum" dedi.

22 yaşındaki misafir bu cevaba çok kızarken, 18 yaşındaki misafirse 20 yaşındaki misafirin dersleri bu sallamayan cesaretine hayran kalmıştı. 24 yaşındaki ev sahibi ise önceden fırtınayı hisseden bilge balıkçı gibiydi. Cevabı duyunca yüzü ekşimişti. Ama belkide beklediği gibi olmaz olaylar diye kendini kandırmaya çalışıyordu.

22 yaşındaki misafir "Aman derslere girme zaten sonra sınav zamanında görürüm seni" dedi kızgınlığını ses tonuna yansıtan bir şekilde. 20 yaşındaki misafir "görürsem söylerim" diyerek amiyane tabirle 22 yaşındaki misafiri sallamıyordu. 18 yaşındaki misafir ise 20 yaşındaki misafirin bu kendinden emin haline hayran olmuş, 22 yaşındaki misafirin gereksiz yere huysuzluk yaptığını düşünüyordu. 24 yaşındaki misafir ise içinden çok geç diye düşünüyordu.

"Ne kadar sorumsuz bir adamsın sen ya, şurada sana tecrübelerimin sonucunda olabilecekleri açıklamaya, sana yol göstermeye çalışıyorum." dedi 22 yaşındaki misafir. Artık iyici kızdığı konuşruken ellerini ve mimiklerini çok sert ve keskin hareketlerle kullanmasındanda belli oluyordu.

20 yaşındaki misafir onu dinlemek yerine cebinden çıkardığı telefonu ile mesaj yazıyordu. Bu durum 22 yaşındaki misafiri dahada çileden çıkarıyordu. 18 yaşındaki misafir ise bu ikilinin arasındaki elektrikten dolayı çok rahatsız olmuş ama içten içe inanılmaz saygı duyduğu 20 yaşındaki misafiri haklı görsede 22 yaşındaki misafirdende çok çekindiğinden bunu belli etmemeye çalışıyordu.

24 yaşındaki ev sahibine dönerek "Şu ukalanın yaptıklarına inanabiliyor musun? Ama suç sende bu tipi neden çağırdın buraya zaten" dedi 22 yaşındaki misafir. Ev sahibi ise tamam uzatıp tadımız kaçırma sende ama ya sakin ol biraz.

"Ne sakin olması ya 10 saat dersten çıkmışım zaten, kafam kazan gibi olmuş bu beyfendiye bir yararımız olsun diye uğraşıyoruz ama kendisinin umurunda değil." Dedi 22 yaşındaki misafir. 20 yaşındaki misafirde artık bu saldırıdan usanmaya başladığını belli eden bir tavırla "Ne diyorsun ya 10 dakikadır. Koskaca adamım ne yapıp ne yapmayacağıma sana akıl danışarak karar verecek değilim herhalde. Benim aklım bana yeter sen paran varsa bana ondan ver" dedi

Bu lafı duyunca 24 yaşındaki ev sahibi acı acı gülümsedi. Pek çok anısı aklına geldi. Ama yinede bu kavgaya müdahele edip sonra hepsinin birden onun üstüne gelmesi riskini göze alamayarak izlemeye devam etmeye karar verdi. 18 yaşındaki misafir ise bu sözlerden çok etkilenmişti. Gerçekten ergenlik çağını geçmiş ve resmi olarakta birey olabilmiş birinin başkasının aklına ihtiyacı olamaz diye düşündü.

"Bu kalın kafalı laf dinlemez adamla aynı masada kalamam ben" diyerek mendili fırlatıp kalkmaya karar verdi 22 yaşındaki misafir. 24 yaşındaki misafirde artık sinirlenmeye başlamış bir halde 20 yaşındaki misafire dönüp "Aferin harika bir başardın" dedi.

"Ehhhh yeter ya, siz yaşlı adamların çok bilmiş laflarını dinleyip birde suçlu ben mi olacağım bende gidiyorum" dedi. Sonra 18 yaşındaki misafire dönüp " İstersen sende gel bu dinazorlarla beraber güzelim geceni rezil etme" diye bir teklifte bulundu. 18 yaşındaki misafir gözleri önünde olanlardan dolayı korkmasınında etkisiyle "T... t... tamam abi" dedi.

22 yaşındaki misafir, 24 yaşındaki ev sahibi ile vedalaşıp "Bu adamın yolunda gitme sonra sizin arkanızı ben toplamak zorunda biz kalmayalım" diye 18 yaşındakine bir öğüt vererek kapıyı vurup çıktı.

20 yaşındaki misafir ise "Sen bu herifi dinleme işte bu kadar dersti sorumuluktu kafana takarsan sonunda sadece agresif gıcık herifin teki olursun. Hayatın tadını çıkarmaya bak" diyerek 18 yaşındaki misafiri masadan kaldırdı. 24 yaşındaki ev sahibi bu olanları az çok daha önceden tahmin etmenin verdiği duygu ile az önceki sinirini bastırabilsede geçmişte nasıl böyle sadece kendi dediğinin doğru olduğunu sanan bir adam olduğuna inanmakta zorlandı.

Yinede misafirlerini kapıya kadar geçirdi. Daha sonra tek başına hazırlamak için bu kadar özendiği masaya oturdu. Müzik setinden Boğaziçi'nin girişi duyulurken "Bir daha bu adamları yemeğe çağırırsam ne olayım" dedi.

NOT: Bu yazının ana konusu daha önce Ali Poyrazoğlu'nun bir kitabı hakkında röpörtajı sırasında kitabundaki bu hikayesinden bahsetmesi sonucu kafamda oluşmuştu. Yazıya dökmek şimdiye kısmet oldu.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Post-İt Notları #5

- Hayatım boyunca yeni şeylere çabuk alışamamışımdır. Bu nedenle yeni bir bilgisayar almam benim için oldukça zor durumlar yaratıyor. Hele birde yeni programlara alışma onları kullanabilme yeteneğini geliştirebilme gibi durumlar benim gibi tembelliği seven bir adam için nasıl zor gelir varın siz düşünün.

- Son zamanlarda hep diyorum ya, iş ortamı iyice yoğunlaştı. Bu haftanın başına kadarda bu yoğun tempo sürdü gitti. Ama şu son 2 gündür biraz nefes alabilir bir hale geldim. Bu arada son projeler sayesinde iş ortamı ile ilişkilerim baya bir gelişti. Faydasını ilerleyen dönemde göreceğim gibime geliyor.

- Cem Yılmaz'ın A.R.O.G.'unun hemen hemen 2-3 günde bir çıkan yeni fragmanlarına bakarsak yine ilk filmdeki gibi fazla kafayı çalıştırmaya gerek olmasada bazı esprilerinin klasikleşebileceği bir film olacak gibi gözüküyor.

- ADSL marifeti ile yabancı dizileri neredeyse yayınlandığı ülkeyle aynı zamanlarda takip edilbilmeye başladığım son 2-3 yıldır belkide beni en çok etkileyen dizi Dexter oldu. Şu anda yarısını geçmiş olan üçüncü sezonu ilede yine beni benden alacak gibi görünüyor. Bir dizinin kahramanı aslında kötü ama kendi içinde bir ahlak anlayışına sahip olunca ve buna birde kötülerle savaşan kötü sosu eklenince ortaya böyle leziz bir şey çıkıyor. İkinci sezonunu iki gecede izlediğim dönemler daha dün gibi aklımda zaten.

- Bu aralar hayatımda farklı şeyler olacakmış gibi bir hissiyat var içimde. Bunun nedenliye mi yada bunun sonucu olarak mı bilmem ama yeniliklerede oldukça açık bir şekilde gözlemliyorum etrafı. Nerede, nasıl ve ne olacak bilmiyorum ama tam anlamı ile istim üstündeyim.

- Geçen haftasonu bir şeyi fark ettim. Eğlenceli ve bol muhabbetli ortamlarda çok daha pozitif çokda iyimser biri oluyorum. Bir an için dertleri tasarları unutuyor o anın büyüsünde kayboluyorum adeta.

- Dark Knight'ın DVD'si çıkmak üzereyken DVD rip versiyonlarıda nete düşmüş hem rip versiyonunu indirip hemde DVD'sini alırım. Böylece haftada en az 3 posta bu efsaneyi tekrar tekrar izleyebilirim. Genel olarak filmlerle aram iyidir. Ama bu film gerçekten çok başka bir film. Beğenmeninde ötesinde bu filmi izlemek insanı gerçekten çok ciddi şekilde sarıyor.

- Bu yazı dizisinde hep basit şeylerden bahsederdim. Ama bugün nedense hep daha karmaşık şeyler yazasım geldi.

- Uğur Yücel'in yeni dizisi çok hoş, çok eğlenceli olmuş. Ama ben hala Alacakaranlık'ı arıyorum. Öyle bir dizi kolay kolay bir daha ülkemizde yayınlanamaz sanıyorum.

- Bu aralar eskisi gibi etrafımda gördüğüm ve sinir olduğum şeylere eskisi gibi tepki gösteresim gelmiyor. Ha bu iyimidir kötümüdür inanın bunu bende bilmiyorum. Hayatın süprizli olanı daha güzel oluyor zaten bakalım ne olacak göreceğiz.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Gidişim Suskun Olmuştu Ama Dönüşüm Nasıl Olacak Allah Bilir

Aslında bu kadar ara vermeyi sevmiyorum. Ama bu sefer elimde olmayan sebeplerden dolayı oldu. Bilgisayarım bir anda bozuldu. Her ne kadar evde birde Lap Top olsada böyle dizimin üstünde klavye yazmayı hem beceremiyorum hemde sevmiyorum. Uzun lafın kısasına gelecek olursak sonunda bilgisayarı sıfırdan yenilemek durumunda kaldım. Ehh sorunlar çözüldüğüne göre kaldığım yerden devam etme vaktide gelmişti.

Bu arada başlığın önemli kısmını esinlendiğim Ferda Anıl Yarkın şarkısındanda bahsetmemek olmaz diye düşünüyorum. Tamam biraz komik geliyor sözler ama aslında son derece sağlam bir romantik şarkıydı. Hoş dinlemeyeli neresinden bakarsam bakayım bir 8-10 sene kadar olmuştum.

Hazır böyle zaman dilimlerine girmişken ve konu ile alakasız pek çok mevzudanda bahsetmişken asıl yazı nedenine geçmenin yolunu yapmanın vakti geldi. Son 3-4 yıla kadar bana pek koymayan ama son zamanlarda biraz kafama takılan bir durum var. İnsanların gençlik kriterleri, daha doğrusu bizzat bendeniz gençlik kriterlerine göre ne durumdayım.

Eskinden hemen her şey daha yaşım genç ilerde şöyle yaparım böyle yaparım diye atıp tutardım. Fakat artık bunu demekte zorlanıyorum. Nedense bu tür işleri geleceğe erteleyecek zamanım yok gibi geliyor. Bunda hayatımın eskisi kadar benim paşa gönül kriterlerime göre şekillenememesindende kaynaklandığını varsaysamda yinede bu lafı demenin rahatlatıcı eskinin hissedemiyorum.

Hatta rahatlamayı geçtim, vay be şaka maka 24 olduk tadında cümleler kurduğumda sık sık kendime kızıyorum. Eh buna birda eskisi kadar rahat çocukluk yapamamayıda ekleyince durum iyice can sıkıcı oluyor. Tamam olayı biraz abartıyorumdur muhtemelen ama bu kadar zamandır hep kafa olarak genç kalmanın yollarını arayan biri için bu konu ciddi anlamda sorun yaratıcı bir şey.

İşin dahada beter yanı insanlar dert etme zamanla alışırsın diyor. Sorun o zaten, ben alışmak istemiyorum. Eğerki ben bu durumu alışırsam o yaşlanmayı kabul ediyorum demem oluyor. Zaten bu aralar kafamda pek fazla şey yok. Belki birazda bundan dolayı biraz aklıma düşüyor ama düzenli bir hayata yaklaştıkça kendimi hem iyi hemde kötü hissediyorum.

Hayatım boyunca bana çok uzak gözüken daha sonra bunları çok düşünürüm dediğim mevzuları düşünme dönemlerine geldim. Bense her zamanki gibi bundan kaçacak yollar arıyorum ama henüz bulabildiğimi söylemem. Sanırım bu sefer kaçmakla kurtulmak yerine istesemde istemesemde bu sorunlarla yüzleşeceğim.

8 Kasım 2008 Cumartesi

İron(ic) Man

Yorulduğumda görülecekleri göremiyorum
Kendimden geçtiğimde duyulmayanı duyuyorum
Yeri geldimi en büyük uzaklaşırken yaklaşıyorum
Öyle bir karışıyorum ki bildiğimi bilmiyorum

Zaman geçtikçe büyüdükçe çocuklaşıyorum
Sabahları gözümü her açtığımda uyuyorum
Her kalabalıklara karıştığımda yanlızlaşıyorum
Havalar soğunda içten içe ısınıyorum

Yeniliklere ayak uydurdukça nostaljikleşiyorum
Dayanamayıp avazım çıktığınca bağadırça duyulmazlaşıyorum
Her yola çıkışımda aslında evime dahada çok yaklaşıyorum
Her hayat tecrübesiyle dahada tecrübesizleşyiroum

Neden sorusunu sordukça niçin sorusuna cevaplar alıyorum
Ne zaman sağıma baksam solumdakileri görüyorum
Her başarıda dahada fazla başarısızlaşıyorum
Her cümlemin sonunda aslında daha cümleye başlıyorum

Sağlam görünüğümde daha bozuluyorum
Güneş ışığına çıktığımda sanki ıslanıyorum
Hayallere daldıkça gerçekçi oluyorum
Bir şeyden zevk alıkça ondan uzaklaşıyorum

Bir şeyler yazdığımı sandığımda aslında sadece saçmaladığımı anlıyorum ...

2 Kasım 2008 Pazar

Her Engel Sadece Bir Öncekine Giden Yolda Bir Engeldir

Kabul ediyorum başlık biraz uzun ve kışkırtıcı ama bazen duygularını anlatmanın en mantıklı yolu olanı biraz abartmaktır. Şimdi bu noktada bu yazıyı okumaya niyet etmiş insanlara nelerden bahsedeceğimi anlatan bir kaç şey söylerim. Ama bu seferki başlık işimi biraz kolaylaştıracak. Fakat yinede adet yerini bulsun diyerek ben ufak bir açıklama yapayım. Efendim hayatta hemen herkesin büyük yada küçük engellerle mücadelesi olmuştur. Öyle yada böyle bu engellerle mücadele edip bir şekilde üstesinden gelinmeye çalışılır. Ama asıl zor olan tam engeli aştığınızda ve artık rahatlayabilirim dediğiniz anda yeni bir engel ile yüzyüze kalmanız çok heves kırıcı bir durum.

Kendimi övmek yada iyi yanlarımı ortaya çıkarmak gibi bir isteğim yada ihtiyacım pek yok (umarım yoktur yada öyle bir durumum var gibi gözükmüyotdur dışarıdan) ama genelde hayatımda karşıma çıkan engellerle mücadele etmekten pek geri durmam. Ama insanın bu mücadele anlarında kendini yola devam etmesi için motive etmesi gerekir. Bu motivasyonunda kaynağında ise size çekici bir şeyler olur illaki. Ehhh madem bir engeli aşmak konusunda motive olmanız gerekiyor. Sizi en çok motive edicek şeyi bulmak zor olmasa gerek. Bu engeli aştığınızda yaşayacağınız rahatlık yada mutluluktan daha büyük ve daha itici güç verecek bir motivasyon kaynağı olabilir mi acaba.

Fakat gelin görünki insan her engeli aşıp gerçekten kendine vaad ettiği o ana eriştiğinde şimdi mücadele etmesi gereken yeni (ve çoğunlukla geçtiğinizden daha zor) bir engel olduğunu anladığındaki ruh hali gerçekten içinden çıkılması ve tekrar kendini toparlayabilmesi çok zor. Çünkü bu duruma gelen insan kendini asla içinden çıkamayacağım bir döngünün içinde gibi hisseder. İnsan için en zor durumdur bu. İçinden kurtulması ihtimali olmayan bir zindanda tünel kazmaya çalışan bir mahkumunun tünele devam etmesini nasıl sağlayabilirsiniz ki.

Benim bu konuyu yazmama neden olan aşılmış engele gelecek olursak. Kendi bildiğim andan bile geleceğimle ilgi kafamda kendimle ilgili olan bir şey vardı. Oda kendi maddi imkanlarımla kendi isteklerimi gerçekleştirebilmekti. Açıkçası o zamanlar bana çok uzak ve gerçekleşmeyecekmiş gibi gelen bir hayaldi. Fakat onca yıl sonunda fark ettimki buda gerçekleşebilecek bir şeymiş.

Evet sonunda kendi finansal gücüme kavuştum ama fark ettimki bu engelden sonra bile hala önümde aynı yol üzerinde başka engeller varmış. İnsanın özelliklede belli bir yaşa gelip hala ailesi ile beraber yaşayan insanların aileleri tarafından çocuk gibi görülmesi engelinin olduğunu tamamen unutmuşum. Buna birde sizin uğruna para harcamaktan çekinmeyeceğiniz şeylerin aileniz için gereksiz harcamalar olduğunuda ekleyin. Alın size yepisyeni koç gibi bir engel daha.

Şu noktada eee ne var bunda yani, bu kadar üzerine mavra çevirelecek bir şeymiki be kardeşim diyenler olacaktır. Ama yazının başında başlık ile ilgili söylediğim şeyi hatırlamanızı tavsiye ederim. Bazen duygularınız abartarak anlatmak gerekir. Hele birde bu basit gözüken sorun hayatınız boyunca defalarca karşınıza çıkıyorsa bir noktadan sonra mücadele ederken hissetiğiniz yegane his yılgınlık oluyor.

İşte ben o yılgınlık hissi ile yüzleşmeye başlıyor gibi hissetmeye başladığımdan dolayı bu durumu kendimle tartışmaya karar verdim. Sonuçta bir yere varabildim mi derseniz. Açıkçası bu durumun zamanla karşılıklı olarak yeni dengelerin oturması ile çözüleceğini umuyorum. Aksi halde bu sorunu aşmak için kendimi motive etmek pek kolay olmayacak.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Sweet November

Aslında hakkında bir yazı yazılabilecek bir film olsada bu yazının konusu film değil. Çok tuhaf diye düşündü. Neden böyle bir giriş yaptım ki. Asıl sorun neden böyle bir yazıya başlamamdı gerçi ama bu başlangıç neden. Neden, neden, neden bu kadar çok soru sormanın kimseye bir faydası olmaz. Sanırım ara vermeye ihtiyacım var.

Bu düşüncelerle kalktı klavyenin başından. Buda son zamanlarda sık sık olduğu gibi yazmaya başladığı ama sonra neden soruluarına boğulup yarım bıraktığı yazılardan biri olacak gibi görünüyor. Yazıyı yarım bırakmış olmaktan ziyade yine aynı nedenden dolayı yarım bırakmak kafasına takılıyordu.

Galiba artık yapması gereken belliydi. İnkar etmek yada ortada olan kabul etmemekle bunun geçeceği yok. Bu tıkanmanın bu "nedenlerin" kaynağına inmeliydi. Ne yapıp ne edip bunun çözümünü bulmalı ve eski haline dönmeliydi.

Ne zaman bu sorun başlamıştı. Evet ya ilk geçen hafta başladı. Vapurda bir kız görmüştü. Kızın duruşu, bakışları, saçının rüzgarda dağılması, güneşin yüzüne vurması ve daha saymakla bitiremeyeceği bir sürü ayrıntı aklına gelmeye başladı.

İşte o anda durumu anladı. Yazının başlığına son derece romantık bir filmin adını vermesi yada yazmak konusunda bu kadar sıkıntı çekerken bir anda kızdan bahsederken sular seller gibi yazmaya başlaması durumu açıklıyordu. Kız onu feci şekilde etkilemişti.

Bu durum onu şaşırtmıştı. Daha öncede hayatında güzel ve çekici kızlar görmüştü. Hatta onu etkileyenlerde olmuştu. Ama bu seferki çok farklıydı. Hayatında belki bir daha göremeyeceği bir kızı sadece 10 dakika görüp nasıl bu hale gelmişti.

Sürekli neden diye sorup cevapları alamıyordu çünkü yazdıklarındakilere değil bu kızı gördüğünde hissetiklerine neden diye soruyordu. Doğru soruları yanlış yerlere soruyor ve sonunda cevaplar bulmak yerine dahada fazla sorular içine gömülüyordu. Mantıksız bir durumu mantıkla açıklamaya çalışıyordu.

Galiba sorunun çaresini bulmuştu. O anı yada o an hissetiklerini anlatmak içini dökmek yararlı olacak gibi görünüyordu. Aşka yada ciddi anlamda bağlanmaya pek inanmayan biri için duygularını ilgili tarafa açıklamaktansa öylesine ortaya söylemekte rahatlatıcı bir şey olabilirdi. Hem arada bir kafada birikenleri boşaltmanın bir zararı olmazdı. Bir bahar temizliği vakti gelmişti anlaşılan.

Odada dolanır duruken birden gözü bilgisayarın ekranına takıldı. Bir başlık ve iki giriş cümlesi olan yazıyı gördü. Elini çenesine atıp seslice hmmmm diyerek düşündü. Tedavi için oldukça uygun dedi gülerek. Az önce sinirle ve bunalmış bir halde kaltığı koltukğa bu sefer huzurlu ve kendinden emin bir şekilde oturmuştu.

Ve işte başlıyoruz ...

30 Ekim 2008 Perşembe

Yanlızlık Mevsimi

Yazmak helede şu saatlerde hiç aklımda yoktu. Ama bir anda aklıma gelenler sonunda kendimi bu satırları yazmaya zorunlu hissettim. Az önce boş boş internette dolanırken birden Kargo'nun Kalamış Parkı şarkısı geldi. Ardındansa o şarkınında içinde bulunduğu Yanlızlık Mevsimi albümünü hatırladım. Yanlış hatırlamıyorsam 1998 yılında piyasay çıkmıştı.

2001 yılına kadar her hafta en az bir kez dinlerdim o albümü. Grup üyeleri her ne kadar o albüm çıktığında çok karanlık ve depresif bir albüm gibi yorumlarda bulunsada ben o albümü dinlerken hep bir dinginlik içinde oldum. O albümdeki pek çok şarkı belki karamsar bir ambiansa sahip olsada son derece içten ve sakinde bir yapısı vardı albümün.

Tüm şarkıları teker teker yazıp yorumlamayacak kadar unuttum bazı şarkıların adını ama o albümün adının gündeme gelmesinde çok ciddi etkisi olan Arabic Fahişe'den kat be kat güzel şarkılar içeren bir albümdü. Hele o Azizlerin Yanlızlığı İntro ve Outrosu inanılmaz etkileyiciydi.

Sonra çok sevdiğim İstanbul'un farklı yüzlerini anlatan Boğaziçi gibi bence hakketiğinin çok altında bir değere sahip olan şarkıda vardı o albümde. Kalamış Parkı'ndan zaten bahsetmiştim o şarkı klip çekildiği için öne çıksada bence albümde o şarkıdan daha öne çıkan eserler vardı.

Kaderin kör dizaynı yada pastel zarlar gibi çok ilginç ve akıcı sözleri olan şarkılar vardı. Asıl ilginç olanı o albümün üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş ama bu gün hala o albümü andığımda bir şeyler hissediyorum. O albümü ilk dinlediğimde aldığım zevki hatırlıyorum. Tıpkı çok uzun zaman önce yediğiniz ve tadını unutamadığınız, en aç kaldığınız anlarda o tadı hissetiğiniz anlardaki gibi o albümle ilgili herhangibir enstantanede bende o tadı hatırlıyorum.

Kargo'yu o zamana kadar severdim. Ama o albüm ile beraber benim için çok özel bir yerleri oldu. Her ne kadar bir albüm daha çıkarıp sonra çok uzun bir ara verip şimdilerde o tarzlarından çok uzaklaşmış olsalarda onlara kızamıyorum. O kadar güzel bir albüm hediy ettilerki bana bundan sonra ne yapmış olurlarsa olsunlar onlara minnettar olacağım.

Vay be yıllar sonra bir şarkının sözleri aklıma düşünce neler yazdım böyle birden ...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Post-İt Notları #4

- Herhangibir aracı kullanmadan yeniden kendi bloguma girmenin bile bir gün çok değerli bir şey olacağını hiç düşünmezdim. Hayatta küçük şeylerden zevk alınması normal bir olay ama hayattaki zevklerin kısıtlanmasından dolayı en küçük zevk kırıntısının bile değerli hale gelmesi o kadarda lezzetli bir şey değil.

- Bilgisayar oyunu olarak çok sevdiğim Max Payne'in sinema uyarlamasına gittim geçen hafta. Tek kelime ile hayal kırıklığıydı. Uyarlandığı eser zaten bir çok sinema filmine dayanıyorken eldeki gayet mantıklı ve güzel bir film senaryosu çıkacak malzemeyi neredeyse tamamen çöpe atıp alakasız ve bu oyunla aynı adı taşımayı hakketmeyecek bir senaryo hazırlayarak her şeyi rezil eden tüm film ekibinede selam olsun.

- Bu yaz severek izlediğim filmlerin ufak ufak DVDleri piyasaya düşmeye başladı. Ama elbette bu furyada ana sıcak Dark Knight olacak. Eğer doyurucu bir bonus DVD ile sunuluyorsa çift Disc versiyonunu almak son derece mantıklı olacaktır.

- Şu maddelere bir bakınca ne kadar teknoloji ve sinema bağımlısı bir bünyeye dönüşmüşüm böyle. Ha bu halimden şikayetçi miyim elbette hayır. Yeniden şu hayatımı yaşasam yine bu tür hobilerim olurdu herhalde.

- Bu sabaha karşı oynanan maçlarla 2008-2009 NBA sezonuda başlamış oldu. Uzun yıllardır ilk defa sezon veya takımlarla ilgili herhangibir yazı hazırlamadan hatta doğru dürüst haberleri bile takip edemeden sezona başlamış oldum. Yinede takımım Detroit Pistons'a yeni sezonda finale giden yolda sonsuz başarılar diliyorum.

- Ekim ayıda geride kalmak üzere, gittikçe yılbaşına yaklaşıyoruz. Yılbaşında en büyük hayalim tıpkı yabancı filmlerdeki gibi dışarıda lapa lapa kar yağmasıdır. Tam geceyarısı 12'ye doğru geri sayarken dışarıda lapa lapa kar yağsa ne kadar güzel olur.

- Blogger'ın kapanmasından sonra konu ile ilgili Penguen dergisinin hazırladığı kapağı çok beğendim. Hem güldürüp hemde soruna çok güzel bir bakış atıyor. Benzer bir yaratıcılık içeren kapağı Uykusuz'danda hareretle beklemekteyim.

- Çocukluğu Beylerbeyi'nde geçmiş biri olarak son yıllarda 29 Ekim için köprüde yapılan gösterileri ve ışık şovlarını sadece yazılı ve görsel basından takip ettiğim için üzülüyorum. Bu gösteriler hep ben çocukken yapılan Habitat etkinliğinin kapanış gösterilerini hatırlatır. Boğaz'ı hiç o kadar ışıl ışıl görmemiştim. Ama kaderin bir işimidir bilemem o gün çektiğimiz tüm resimleri fotografçı tarafından tabledilirken yakılmıştı.

- Şu kış saatine geçiş uygulaması kafamı karıştırdı. Geçen yaz saati uygulamasına geçtiğimizde bunun son sefer olduğunu ve artık bundan sonra saat değişikliği olmayacağı söyleniyordu. Ama şimdi yine eski düzen devam ediyoruz ve bu konuda medyada tek bir satır haber bile görmedim. Sanırım basınımızın Japon Balığı Hafızası devreye girdi bu konuda da.

- Sabah okullardaki törenlerden çıkan çocukları görünce bir an geçmişe gittim. Tatil günü sabah erken kalkmak zorunda kalmaya nasıl sinir olduğumu, törenlerin çoğunlukla uzun ve sıkıcı olmasından dolayı hep bitsede gitsek diye bir beklenti içinde olduğumu hatırladım. O günleri atlattığım için şükrettim. Şu törenleri bir gün önce yapsalarda öğrenci gençlerin bir tam gün tatil yapma şansı olsa iddia ediyorum o törenlere katılan çocuklar çok daha çoşkulu olacaklardır.

- Şu yeni Türksat uydusu ve uydu yayınlarının frekanslarının değişmesi konusu gündeme gelince aklıma geldi. Yıllardır bir kablolu yayın yeni kanallarla anlaşmış acaip kalite kanallar bünyesine dahil olacakmış ana konulu bir şehir efsanesi dolaşır dillerde. Acaba bir gün bunun gerçek olduğunu görebilecekmiyim merak ediyorum.

- Törendi kutlamaydı dedikte aklıma geldi. Bir Sermet Erkin vardı ona ne oldu sahi.

27 Ekim 2008 Pazartesi

Yorgunum

Başlık gerçekten şu anda tam benim durumumu anlatıyor gerçektende. İş hayatım hiç omadığı kadar yoğunlaştı. Aslında pek şikayetçi değilim ama yorgunlukla uğraşmakta kolay değil elbette. Ama asıl başlıktaki yorgunluktan kastım bu değil. Bu seferki yorgunluğumun sebebi başka. Şu siteye yani Blogger'a girmemi engelleyen zihniyetle uğraşmaktan yoruldum.

Hayatta beni yoran, sıkan, zorlayan yada sinirlendiren çok fazla şey vardı. Bunları çoğu zaman burada paylaşıp rahatlıyordum. İnsanın içinde onu rahatsız edenleri özgürce ve rahatça dökebilmesinin tatmini çok güzeldi.

Ama gelin görünki şu günlerde hayatımda beni rahatlatan en önemli şeylerden biri olan bu bloga ulaşmamı ve bir şeyler yazmamın (açıkçası yazdıklarım ne kadar okunuyor bilmediğimden o kısmından pek bahsetmedim ama eğer benim yazdıklarım okuyarak dertlerimi benle paylaşanlardan uzak kalmakta kötü bir şey elbette) kısıtlanması beni artık sinirleriminin sınırına getiriyor.

Ülkemizde ne yazıkki insanlar suçluysa ve bu suça ceza veriliyorsa bunun şekli ve yöntemi özellikle sanal dünyadaki suçlarda pek ölçüp biçilmeden veriliyor. Duyduğum kadarı ile bloggerın kapanmasının sebebi bir blogda Digiturk'ün internetten bedava izlenmesi ile bilgiler verilmesi sonucu ile Digiturk'ün mahkeme açmasıymış.

Böyle bir durumda mantıklı düşününce ceza alması gerekenler bu suçu işleyen blog adresi olmalıdır. Ama işgüzar yetkililerimiz. bahçedeki bir zararlı bitkiyi koparıp atacağına tüm bahçeyi yakarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bunu işin kökten çözümü filan sananlarla aynı oksijeni tüketiyor olmaktan (her ne kadar Cem Yılmaz bu tümceden espri çıkarsada ben bunu trajikomik bir durum için kullanayım dedim) açıkçasu utanç duyuyorum.

Önce youtube şimdi blogger herhalde sonrasında sırayla Facebook ve Google'adda el atacaklardır. Ama onlar ne yaparsa yapsınlar insanların sanal dünyadaki özgürlüklerini asla tamamen engelleyemeyecekler.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Hayat Tıpkı Bir Maç Gibi Be Abiler

Sadri Alışık'ın tüm filmleri çok severim. Kendisinide oyuncu olarakta inanılmaz takdir ederim. Turist Ömer filmindeki komedi yeteneği yada pek çok yeşilçam filminde hem komik hem ağlatan adam olabilmesi ama herşeyden ötesi sanatın pek çok farklı dalında kendini göstermiş biriydi.

Ama bir filmi varki onun bende yeri çok ayrıdır. Pek çokları kendisinin karakteriyle filmi özdeşleştirerek Ofsayt Osman diye bilsede filmin asıl adı Şakayla Karışıktır. O filmde komedininde dramanında dibine vurmuştur üstad. Bir insanın bahtsızlığına hem bu kadar ağlayıp hem bu kadar gülünebilir mi diye düşünüyor insan.

Bu filmde bir sahne vardıki o bu yazımın anafikrini içeren bir sahnedir. Filmin sonunda iki fabrikatörün iddiası için sakladığı parayı sevdiği fakir kızın hasta kardeşini kurtarmak için kullanır. Bu arada paranın peşindeki kötüler yüzündende sarhoşken attığı imza nedeniyle poliste peşine düşmüştür. Tam sevgilisine veda edip onu uğurlayıp gözden uzaklaşınca intihar edecekken bahtı onun peşini bırakmaz ve polis yakalar kendisini.

Ofsayt Osman mahkemededir. Tüm saflığıyla tüm çocuksuluğuyla kendini savunur. İşte o savunmada başlıktaki gibi hayatı bir maça benzetmiştir üstad. Bana kalırsada hayat feci şekilde bir maç gibi oluyor bazen.

Ama işin kötü tarafı hayata karşı maça çıktığında hep maçı kendi ceza sahanda kabul etmen gerekiyor. Sürekli alan daraltıp açık vermemekle uğraşacaksın. Kanatlardan sıfıra inerek yada göbekten ver kaç bir açık yakalamaya görsün hayat hemen hücumda çoğalıp sen pes edene kadar dalga dalga üzerine gelir.

Ancak topa önde basıp hayat seni gafil avlamadan top kapıp kontra atağa çıkarak hayatı yenebilirsin. Hayat öyle hazırlıklı paslarıyla alt edilebilecek kadar kolay bir rakip değildir. İllaki onu beklemedik bir anda yakalaman gerekir. Elbette öncelikle hayattan gol yememek lazım.

Şu dediklerimi daha anlaşılır hale getirmek gerekirse hayatta istediklerin için uzun vadeli planlar yapıp onların gerçekleşmesini bekleyerek o istediklerine ulaşamaz insan. Yeri geldimi karşına çıkacak durumlarda hızlı karar verip bir şeyler yapman gerekir. Bu anlarda ne yapsam diye fazla düşünürsen bırak fırsatı elindekileri bile kaybedebilirsin.

Belki biraz fazla basit geliyor ama ben hayata karşı organize atak yapmak için o kadar ince plan yapıp sonucunu çok çok sonra görebilmeye tahammül edemiyorum. O nedenle işleri akışına bırakıp her an tetikte olup yeri gelince yapmak gerekeni yapmak daha kolay.

Ahtım var şu hayata defanstan top çıkarırken baskı yapıp topu kapıp az adamla yakalayacağım onu. Ardından ters tarafa topu atıp defansın dengesini iyice bozup sonrada altı pasa girmeyi beklemeden kaleyi gördüm mü doksana takacağım topu.

Üstad gibi ofsayta düşmeden, defansta ters ayak üzerinde yakalanmadan, arkaya adam kaçırmadan, kanatları başı boş bırakmadan saldıracağım hayata. İllaki pozisyon vereceğim. İllaki hayatta golle burun buruna gelecek ama ben pes etmeyip oyunumu oynayabildikçe yeneceğim bu hayatı. Sadece doru zamanı gelince atağa kalkabileyim.

19 Ekim 2008 Pazar

Ahşu Klavyenin Dili Olsada Konuşsa

Bloga girdiğimde fark ettimki 10 gündür buraya yeni bir şeyler karalamamışım. Ehh son dönemlerde hayatımın sadece bir koşuşturma ve oradan oraya yetişme döngüsü şeklinde geçmesi muhtemelen bundaki en önemli etkendir. İnsan kendini hayatın akışına kaptırdığında çocukken dizlerde açılan yaraların kabukları gibi oluyor. Yani olandan bitenden pek haberi olmadan sürüklenip duruyor.

Hazır bir pazar günü olmuşken acaba bir şeyler kaçırdım mı düşüncesi ile kasedi geri sarıp ne yapıp ne etmişim bir onun üzerine gideyim diye düşündüm. Bu işi yapmak içinde buradan daha uygun bir yer pek aklıma gelmiyor açıkçası.

Her şeyden önce şu geçtiğimiz haftama damgasını vuran olay tez konusu seçimleri oldu. Uzun uzadıya ne seçiyorum yada neler yazacağımdan ziyade neler yaptım neler ettim diye anlatmam gerekirse (zaten işin bilimsel kısmı beni en az 6 ay oyalayacak o konuyu birde buraya taşımanın alemi yok. Hafta başından beri tez danışmanım ile randevulaşmak ve uygun bir konu bulmak için didinip durdum. Birde iş henüz resmileşmediğinden sürekli bir acaba sorun olurmu düşüncesi ile yaşamak çok zor.

Öncelikle işte bile aklınızı önünüzdeki dosyalara veremiyorsunuz. Sürekli olarak aklımda başka bir şey varken konsantre olmak yada efektif çalışabilmek gibi bir özelliğim olmadığından yaptığım işten sıkılmaya başlıyorum. Ardından saat bana, ben saate bakıyoruz. En sonunda işte izin isteyip okula koşturuyorum. Elbette iş tam olarak bitmiyor. Mutlaka bir sonraki aşama diye bir şeyle karşılaşıyor insan.

Neyse en azından paydos saati geldiğinde kafamı kurcalayan bu sorunlar bir süreliğine bastırılabilir hale geliyor. Sanırım bu çocukluğumdan gelen bir durum. İlkokulda bile sınavdan kötü bir not almış olduğum günün sonunda bile son ders zili çaldığında yüzüm gülerdi. Onca seneye rağmen bu huyumda hiç bir değişiklik olmamasından son derece memnunum.

Her neyse böyle istediklerini tam yapamadığın bir günün sonunda yorgun agrın eve gelirsin. Bu noktada bu yorgunluk kısmını biraz açıp konuya öyle devam etmem daha yararlı olacak. Eve geldiğinde insanın üzerinde olan bu yorgunluğun önemli bir kısmı zihinsel kaynaklı oluyor. Kafan sürekli aynı konu yüzünden fazla mesai yaptığından tüm gün yerinde otursan bile son derece bitkin hissediyorsun kendini.

Eh birde şu işi bir türlü bitiremiyorum hay allah kahretsin psikolojisinden doğan bir sinirlilik halide şu yukarıda belirttiğim bünyeye sirayet edince zor ve yorucu bir haftayı geride bıraktım. Bu hafta ise yine benzeri zorluklala yüz yüzeyim ama bu sefer geçen haftanın getirdiği bir tecrübe ile kafamı bu işten mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışacağım. Özellikle cuma günü işede konsantre olabileceğimi kendime kanıtlayabilmiş olmamda bu konuda bana cesaret veriyor.

İşte böyle bir haftayı çok yakın bir zamanda bayram tatilinden çıkmış bir bünye ile göğüslemeye kalkınca başlıktaki gibi kendi yerine insan klavye olan biteni anlatsada bende izlesem diyor. Yinede buraya bir şeyler yazacak kadar stresi üzerimden atıp kendi içime dönebiliyorsam gelişme var demektir.

9 Ekim 2008 Perşembe

Post-İt Notları #3

- Bu aralar üstüme bi sakinlik çöktü. Normalde delireceğim şeylerde bile tamam sakin olacağım diyerek kendimi sakinleştirebiliyorum.

- Hayattaki kendine ait minik anların değerini daha çok idrak etmeye başladım.

- Yedi saat uyku bana yetmez oldu.

- Cuma günlerini dizilere ayırdım. Akşam yemeğinden sonra gece yarısına o kadar o haftaki dizileri sırayla izliyorum. Önce komedilerle başlayıp ardından maceralara geçiyorum. Sonrada eserse üstlerine bir film patlatıyorum.

- Hiç bir finansal yatırım olmamasına rağmen yatırım ihtimallerini çok ciddi şekilde takip etmeye başladım. Sanırım iş hayatım özel hayatıma girmeye başladı.

- Hala toplu taşıma araçlarında cam kenarına oturmaya bayılıyorum.

- Hayat bazen değil çoğu zaman adil olmuyor.

- Saygı görmediklerime saygı göstermek iyice zor zanaat olmaya başladı.

- Bu aralar iyi film yok diye ağlarken ekimin ikinci yarısında sular ısınacak gibi gözüküyor.

- Artık gazeteleri internetten takip eder oldum. Hemde eskisi gibi spor sayfasından değil gündem sayfasından başlayarak.

- Kabul etmek istemesemde olgunlaşma emareleri gösteriyorum.

- Bu bayram ilk defa nerede o eski bayram diyenler grubuna dahil oldum.

- 24 yaşımda da olsa sonunda kravat bağlamayı öğrendim.

- Kahve otomatlarındaki Çikolatalı Capuccino ne güzel bir tatmış bunca yıl içmeyerek çok şey kaçırmışım.

- Arog'un teaserlarından içinde T-Rex olan çok komikmiş.

- Nedendir bilinmez içimde romantik film izlemek için hiç bir istek yok bu aralar.

- Uzun bir tatil yapmak istiyorum. Şöyle tek başıma yalnız, kafamı dinleyip huzur bulacağım cinsten bir tatil olsun.

- Kitap, dergi okumayı özledim.

- Ne kadar istesemde yada uğraşsamda (aslına bakılırsa pekte öyle bir isteğim yok belkide ondan) resmi kıyafet üstümde illaki iğreti duruyor.

- Kafa çekmeyi çok özledim.

- Vurucu sonlar etkileyicidir. Akılda kalır. Unutulmak ise genelde huzur verir.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Sıkışık Zamanlar

BÖLÜM 1

Saatine baktı. Fazla zamanı kalmamıştı. Adımlarını dahada hızlandırdı. Aslında tür durumlardan hiç mi hiç hoşlanmazdı. Yeniden saatine baktı. Gerçekten çok az zamanı kalmıştı. Uzun zamandır görmediği arkadaşı onu dün çağırdığında onun iki ayağını bir pabuca sokacak bir buluşma teklif edeceğini nasıl tahmin edebilirdiki.

Ama arkadaşı hep böyleydi. Onu en olmadık zamanlarda en olmadık durumlara sokardı. Hatta aylar önce çekip giderkende onu yine olamayacak bir duruma sokmuştu. Buna rağmen hala arkadaş olmalarının nedeni tüm bu olaylara rağmen her ne olursa olsun onun yanında olurdu. Özellikle en kötü ve herkesin kendisine sırt çevirdiği anlarda o hep yanında olmuş ve tek destekçisi olmuştu.

Tüm bunları düşününce biraz acele etmekten zarar gelmezdi. Sonunda varması gereken yere varmıştı. Arkadaşının annesini gördü. Gözlerini güneş gözlüğünün altına gizlemişti. Sorna babasını gördü arkadaşının. Daha sonra tıpkı kendisi gibi arkadaşına son görevini yerine getirmek için gelenleri gördü sırayla..

Arkadaşı dün gece rüyasında ona veda edip onu son kez buluşmak için çağırırken onu soktuğu tüm belalar için özür dilemişti. Eğer onun hayata geri döneceğini bilse tüm bu belalara tekrar bulaşmayı gözünü kırpmadan kabul ederdi. Ama bu arkadaşının onun son kez soktuğu ve bu kez yanında olamayacak belaydı.

BÖLÜM 2

Neden yine işi son dakikaya bırakmıştıki. Bu soruyu sorar sormaz yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Bu güne kadar sanki başka şekilde işlerini bitirebilmişti. Hep en verimli olduğum anlar işi en son dakikaya bıraktığım anlar diye böbürlenip dururdu arkadaşlarına.


Ama bu ne üstesinden gelmesi gereken bir iş nede son güne kadar çalışmadığı bir sınavdı. Bu hayatı boyunca yapmak zorunda kalacağını hiç aklına getirmediği çok ağır bir görevdi. Gördüğü o kötü kabusu bölen o telefon ve sonrasında aldığı o kara haber.


Hayat gerçekten adil değildi. Bu haberin şoku ile evde duramazdı. Kendini dışarı atıp, divane gibi sokakları arşınlayıp durdu. Sahilde oturup güneşin doğuşunu izledi. Onsuz doğan ilk güneş hiç içini ısıtmıyordu. Hissettiği tek şey soğuk ve keskin bir acıydı.


Daha önce yaşadığı onca olay beraber atlattıkları onca vartadan sonra bu sefer olan şey gerçekten akıl alacak gibi değildi. Keşke hastanedeki onca ay boyunca onu dinlemeyip ziyaret etmediğine pişman oldu. Hep buradan çıktığımda bol bol görüşürüz zaten diyip gelmesini engellemişti.


Bunları düşünürken saatin ne kadar ilerlediğini düşündü. Bir an önce eve dönüp arkadaşının cenazesine gitmek için hazırlanmalıydı. Hayatı boyunca olmadığı kadar ağır bu görev için kalan tüm gücü ile yerinden kalktı ve yürümeye başladı. Ama zamanın ne kadar az olduğunu fark edince yürümek yerine koşmaya başladı...


Eski Hikayenin Yepyeni Kısmı

Hayatında çok belli planı olan yada sürekli yeni şeyleri deneyen biri sayılmam. Alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı daha doğrusu beğendiği şeyden kolay kolay vazgeçemeyen bir yapıdayım. Tabi bunda inatçı bir insan olmamında etkisi var. Bu arada inatçı bir insanın olmanın hayatta insana çok fazla yararı olmadığını bilecek kadar çok deneyimim var ama pek değişecek gibi değilim.

Neyse konu inatçılığımdan ziyade bugünlerde hayatımda yaptıklarım yada yapmak istediklerim. Öncelikle insanın iş hayatına atılması kendisine ayıracak zamanı ciddi anlamda kısıtlasada o azalmış zamanlarda çok daha fazla şey yapabilecek finansal rahatlığa ulaşmış oldum.

Ama yeniliklerle arası çok fazla olan biri olmadığımdan bu "yeni" durum beni zorluyor. Biliyorum kulağa komik geliyor. Fakat cidden bu duruma alışması zor. Daha doğrusu yapabilecek bir şeyleri bulabilmek nedense bana zor geliyor.

Genel olarak şu an için DVD koleksiyonumu eskisine göre dörde katlamışımdır herhalde. Bir ara fotografçılıkla mı ilgilensem diye aklımdan geçti ama hem fotograf çekecek yerleri arayıp oralara gidebilmek için fazla tembelim hemde hiç bir zaman iyi bir fotografçı olamadım.

Dans yada uzakdoğu sporları kursları gibi yerlere gitmeyi düşünmeyi bir kenara bırakın kendimi oralarda bile hayal etmekte zorlanıyorum. O nedenle bu tür saçma sapan bir olasılığı dikkate bile almıyorum.

Tüm bunları düşününce American Psyhco'daki gibi bir adamın neden insanları öldürmeye başladığı hakkında ister istemez bazı fikirer üretebiliyorum. Finansal durumu benim 10 mislim olan birinin hayatta bireysel olarak sahip olabileceği her şeye sahip olduktan sonra yanlızlığının hıncını yine insanlardan çıkarması gibi bir ihtimal aklıma geliyor. Tabi o seviyede bir sinir patlaması için yerlerde sürünen bir ahlak anlayışının gerekli olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.

İnsanlar rutin hayat tarzlarından bunalıp bir şeyler yapmak istiyor. Fakat ben ne o kadar marjinalim nede pek farklı şeyler yapabilecek kadar yetenekliyim. Dergi için yazı yazdığım günleri bu bakımdan özlemiyorum diyemem. En azından ayın ilk yarısında kafamda yazmam gereken konu ve yazının gidişhatını planlamam gerekirdi.

Aslında bunu yazınca eklemeden edemeyeceğim bir şey aklıma geldi. Bu bloga başlamadan önceki dönemde yazdığım pek çok şeyin belli bir konu (basketbol) hakkında olması ve bu konuda bilgisi olan insanlar için yazdığımdan klavyenin başına geçmeden önce hemen hemen ne yazacağımı planlardım. Şimdi ise bu blogda özellikle kendim hakkında yazdığım yazılarda özellikle bu planlama işinden uzak durarak yaratıcılığımı serbest bırakmaya çalışıyorum.

Neyse konuya dönmek gerekirse şimdi hayatımda iş hayatım ve boş zamanlarım var. İş hayatımda yapmam gerekenler ve yapacaklarım aşağı yukarı belli. Ama zaten azaldığı için bile daha kıymetli olan boş zamanlarımda neler yapabileceğim hakkında hiç bir fikrim yok. Buraya yazarken belki bir çözüm bulurum demiştim ama bu konu üzerinde daha çok zaman geçirmem gerekiyor sanırım.

28 Eylül 2008 Pazar

There Are Heroes, There Are Super Heroes And There İs This ...

Aslında pek akılımda yazmak yoktu ama sonradan aklımda yazılsa fena olmayacak bir şeyler belirince daha sonra yapılacaklar listesinde pas tutmasına gönlüm razı olmadı. Gerçi bu kararı vermemdeki önemli etkenlerden biri yapacak daha iyi bir şeyin aklıma gelmemeside oldu ama bu konumuzla alakalı (şimdilik malum yazının hangi aşamasında ne yapacağımı bazen yazarken planladığımdan neler olur neler biter bende tam emin olamıyorum) değil.

Neyse efendim aklıma gelen konu; sevdiğim film ve dizi karakterlerinin bir kaçından ve onları sevmemdeki nedenlerden bahsedeyim diyorum. Gerçi kabul etmek gerekir bu kadar subjektif davranabileceğim bir konuda abartı ve normal olmayan ama benim algıda seçicilik ile karaktere eklediğim şeyler olabilir ama oda sanırım yazının ruhuna oldukça uygun bir şey olacaktır.

Richard B. Riddick (Pirch Black & Chronicles Of Riddick)
Katil, suikastçi ve hepsinin birleşimi olarak Pitch Black'te tanıtıldığı gibi "insalar arasında olduğunda" tehlikeli bir yapısı var. Böyle bir insan sevilir mi yada kahraman olabilir mi diye sorular sorulabilir aslında. Ama genel olarak o insanları umursamaz yapısına rağmen çevresinde sevdiği insanların acı çekmesine kolay kolay izin vermeyen yapısı nedeniyle insanı kendine çekebilen bir karakter. Ama yinede çok sıkıştığında yanındakileri satabilecek bir yapısı olması ile bir yandanda her an tetikte olmanıza neden olan insanlara benziyor biraz. Tüm bunlar haricinde kendisini en çekici kılan klasik kahraman yapısının dışında durumun onu kahramanlık yapmaya zorlaması durumu olmuştur benim için.

Spawn (Spawn)
Bana kalırsa değeri bilinmeyen bir filmdir Spawn. Günümüzde yeniden çekilse çok daha fazla hayran kitlesine sahip olabilir ama şimdilik böyle bir ihtimal yok gibi. Her türlü pis işi yapan bir paralı askerin (Al Simmons) son işinde patronu tarafından tuzağa düşürülerek yanarak feci şekilde ölmesi ile başlar olaylar. Ardından yaptığı onca kötülükle direkman cehenneme yollanan Simmons burada şeytanla bir anlaşma yapar ve aşık olduğu karısını tekrar görmek için dünyayı ele geçirmek için kurulan cehennem ordusunun komutanlığını yapmayı kabul eder. Ama bu komutanlık için önce eğitilmesi ve "zırhını" kullanmayı öğrenmesi gerekir. Sırf şu giriş bile aslında Spawn'ı hem sevip hem nefret etmemize yeterli bilgiyi verir. Geçmişinde yaptığı onca berbat işe rağmen karısı için dünyayı feda edebilecek bir adam. Sonunda geldiği hali görüp ona bu gücü verenlerle iyilik adına savaşmayı seçmesi ve geçmişinde sahip olduğu herşeyi kaybetmesi nedeniyle korkusuzca savaşabilecek olması onu mükemmel bir silah haline getirmiştir. Olmak istemek isteyeceğinizden ziyade izlemek isteyeceğiniz bir karakterdir.

John Constantine (Constantine)
Çok sevdiğim filmlerden birinin çok sevdiğim baş karakteri ile devam edelim. Bir adam düşünün sırf ölünce (ki o kadar sigara içip akciğer kanseri olan biri için ölüm çokta uzak bir gelecek sayılmaz) cennete gidebilmek için iyilik yapıyor. İlgi çekici geliyor gerçektende. Kendisine verilen hayaletleri, melekleri ve diğer öteki dünyaya ait yaratıkları görebilme yeteneği/laneti nedeniyle yaptığı bir hatanın bedeli olarak aldığı ve asla kurtulamayacağı cezadan kaçmaya çalışan bir adam. Aslında savaştığı yaratıklar dünyayı ele geçirse o kadar umrunda olmaz yeterki ona dokunmasınlar. Yine bir zoraki kahramanla karşı karşıyayız ama bunun diğlerinden farkı biraz daha mistik oluşu ve ne savaştığı nede yanında olduğu taraf tarafından benimsenmesi.

John McClane (Die Hard 1,2,3 & 4.0)
Bir başka sevdiğim adam ve bir başka zoraki kahraman. Die Hard 3'te Jesus'ın (Samuel L. Jackson) dediği gibi tanrı bile onun ne yapacağını bilemez. Karşısında ise hep inanılmaz detaylı ve zekice plan yapmış süper kötüler bulan sert, inatçı ve çoğu zaman kuralları takmayan memuruz her seferinde tüm zorlukların üstesinden gelmişti. Ayrıca üçüncü film hariç serinin tüm filmlerinde işe bir şekilde aileside karışmıştı. Zaten belli bir noktadan sonra devam edebilmesini sağlayan en önemli unsurda hep bu olmuştu. Ailesi için kendisini feda edebilecek ama onlarla olduğunda ise sürekli kavga edecek bir tipti McClane. Yinede etrafınızda oldumu kendinizi güvende hissetmenize neden olacak bir adamdır. Tabi soyadınız Gruber değilse.

The Terminator (The Terminator 1,2 & 3)
Bu yazıda son olarak bahsedeceğim isim aslında bir android. Hatta serinin ilk filminde baş kötü olan bir android. Gelecekte insanlarla makineler arasındaki savaşta mutlak galibiyeti amaçlayan makineler insanlığın liderini daha doğmadan annesi ile beraber öldürmesi için geçmişe bir android gönderirler. İnsanlığın lideri John Connor'da kendisini ve insanlığı korumak için geçmişe en iyi savaşçısı Kyle Reese'i gönderir. Böylece makineler aslında kendilerine en büyük kazığı atmış olurlar. İronik açıdan bakınca bu durum oldukça ilgi çekmeye yetiyor zaten. Ayrıca serinin her filminde sonunda ne yaparsanız yapın hesaplaşma günü (Judgment Day) bir şekilde gerçekleşiyor. Yani insanlık ne kadar kaçsada savaş bir şekilde oluyor. Ama burda asıl önemli olan Terminator'ün kendi türünden olanlara karşı genç John'u savunması ve bu savunma sırasında androidlik sınırlarını zorlamaya başlayan yapısı. İkinci filmin sonunda kendini erimiş metale batırdığı sahne yada üçüncü filmde John'u öldürmemek için kendini kapaması gibi şeyler bir makinenin yapamayacağı şeyler. Ama her ne yaparsa yapsın o her zaman olağan şüpheli olmaya devam edecek. Çünkü o bir makine ve her zaman aslına dönme ihtimali mevcut.

Yazıya başlarken bunu tek seferde yazıp bitiririm diye düşünmüştüm. Ama daha şimdiden yazı bu kadar uzamaya başlayınca, bunu seri halinde yazmanın daha mantıklı olacağına karar verdim. Zaten daha yazmayı düşündüğüm bir çok karakterde var. Hepsini uzun uzun yazabilmek için bu serinin ilk yazısını Terminator ile sonlandırmak en güzeli.