30 Mart 2009 Pazartesi

Ey Hayat Öğret Bana

Pesona Non Grata tarafında gayet güzel bir konu hakkında yazmak adına mimlenmişiz. Eh böyle güzel pası almışken değerlendirmemek olmak diyerek direkman oyuna girmek gerekir. Evet efendim konu en özetle hayattan öğrendiklerim. Ehh kendi hayatı konusunda zırt pırt yazan bendeniz için gayet çekici bir konu cidden. Neyse lafı dolandırmadan mevzuya doğru geçelim ufaktan.

Hayattan ilk olarak arkadaşların önemi öğrendim. Özelliklede başının belaya girebileceği durumlarda kendisine güvenebileceğiniz arkadanışlarınız olması zaten çok rahatlatıcı bir duyguyken insanın kendi arkadaşları için böyle bir rahatlatma sağlayabilmeside ayrıca özel bir duygu bana kalırsa.

İlk okulda öğrendiğim bir başka bazen bazı şeyleri yapmak için hayatta bazı şeyleri feda etmek gerektiğini öğrendim. Hiç bir başarının bedelsiz ve bedava elde edilemeyeceğini edilsede bunların asla kalıcı olmadığını yaşaya yaşaya dahada doğrusu bedel ödeye ödeye öğrenmek pek o kadar lezzetli bir durum olmasada eğer olgunlaşma denen bir olgu varsa insan ancak bu yolla olgunlaşabiliyor sanırım.

Yine o dönemlerde öğrendiğim bir şey varsa hayatta risk almaktan çekinmemek gerektiğidir. Tamam hinsan risk almadan ortalama bir hayat için kıt kanaat geçinebilir ama bir şeyler isteyen arzulayan her bünye bir şekilde bir yerde risk almaktan çekinmemek gerekiyor. Elbette bu risk almak illa istediğini elde etmek değil bunada ayrıca değineceğim birazdan.

İlkokul döneminden hatırladığım son ama en önemli şey ise veda etmekti. Önce o dönemde ailemden bazı yakınlarımı kaybettim. Hayatta yaşadığım ilk kayıp, hayatın boyunca tanıdığın bildiğin yakın birini bir daha göremeyeceğini fark etmek yeterince acı hele bide annenin babanın ömrün boyunca hiç bu kadar perişan olmadığına şahit olmak. Hayattaki her öğrenilende tatlı olmuyor işte bazısı böyle yakıp geçiyor insanı. Bir başka veda ise ilkokulun sonundaydı. Beş sene boyunca tüm derdini tasanı paylaştığın pek çok şeyi beraber bir şekilde yaşadığın insanların bazılarını hayatlarıın sonuna kadar bir daha göremeyeceğini idrak etmek o an pek koymasada yaşadıkça anlıyordu insan.

Anadolu lisesine başladığım dönemde ise hayatta ders alma durumum hız kesmeden devam etti. İlk defa başka bir dil öğrenmeye başlamamla beraber hayatta daha fazla şey öğrenebileceğim kaynaklara ulaşabilmem bile bu dönemi benim hayattann öğrendiklerim konusunda ayrı bir yer eder.

İlk dönemlerde daha önce yapsamda şimdi yeniden değilde ilk defa arkadaş ediniyormuş gibi olduğumu fark ettim. Hem o zaman bilmesemde bu dönemde kuracağım arkadaşlıklar hayatımda çok daha uzun süreli yer kaplayacaktı.

Ondan sonra yavaş yavaş insan ilişkilerinde arkadaşlıktan daha fazlası olduğunuda öğrendim. Ama her şeyden önce bunu platonik boyutta yaşamak gerektiğini öğrendim. Hoş platonik kısmını biraz abartmış olsamda onun tadınında ayrı olduğunu öğrendim. Bu durum bana hayatta sabırlı olmayı bulunduğun duruma dayanma gücünü nasıl bulmam gerektiğini öğrettiki bu belkide hayatımda sonraki dönemde çok faydasını gördüğüm bir şey oldu.

Bu dönemde bazı şeylerden özellikle hoşlanıp bu konular için bütün boş vaktimi harcamam gereksede bunlardan vazgeçmemem gerektiğini öğrendim. Müziği, sporu ve sinemayı takip etmeyi, merak ettiğim konular hakkında pek çok kitap okuyarak kendimi geliştmem gerektiğini bu dönemde öğrendim.

Bunlardan sonra ÖSS'nin varlığını öğrendim. Daha doğrusu bundan sonraki bir kaç yıl boyunca bu sınavın hayatımın merkezinde olacağını hemen her şeyimin bu sınava hazırlanmak için ayarlanacağını öğrendim.

Hani risk almak her zaman kazandırmaz demiştim ya işte o noktadan bahsetmenin zamanı geldi. ÖSS zamanı bu sınava hazırlanmak ile hobilerime vakit ayırma arasında bir seçim yapmam gerekti. İşte bu noktada bir risk aldım ve ağırlığı hobilere verdim. İşte bununda bir sonucuda vardı. Daha az çalışan bir öğrencinin ÖSS'de yapabileceği başarıda belli bir düşüş olması kaçınılmaz. Ehh buda hem risk almak hemde bedel almak ile ilgili bir başka ders oldu benim için.

ÖSS illetide geçerken hayatta bir başka veda ile yenir bir şey daha öğrenmiş oldum. Bu sefer sadece arkadaşlara değil çocukluğada veda ettim. Artık 18 yaşın gelmiştim. 18 yaşın getirisi kadar bir çok sorumuluk sahibi olduğumu öğrendim. Çok şükür bunları öğrenirken zor yolda bir şeyler öğrenmek durmak durumunda kalmadım.

Üniversite hayatı ise eğitim katmanlarının belki en kısası ama hayat hakkında en çok şey öğreten dönemi belkide. Hepsini geçtim bu dönemde insan bir birey olmayı öğreniyor her şeyden önce. Ama yinede belli başlı bir kaç şeyi saymadan geçmemek lazım.

Öncelikle bu dönemde hayatta her seçimin, her adımın sonucunda insan kişiliğinin bir başka parçasının oluştuğunu öğrendim. Sonrasında doğru ve kendinle aynı frekansta insanların olduğu bir grubun parçası olmak gerektiğini öğrendim. Bu arada insanları farklılıklarına rağmen onları o şekilde kabul edip hiç birini hor görmeminin illaki faydası olduğunu çok etkili bir biçimde gördüm. Daha önce platonik olarak yaşadığım bazı duyguları daha somut yaşadım. Her ne kadar bu konuda hiç bir zaman çok kendini iyi ifade eden biri olmasamda çok güzel anılarım oldu.

Daha sonrasında ise okul hayatında dibi bulduğum bir dönemde daha önce en zor zamanlarda bile pes etmemeyi öğrenmemninde faydası ile hayatımda karşılaştığım en zor dönemden fazla zarar görmeden çıktım. Tabi yine gerekli bedelleri ödeyerek ve bazı seçimleri yapmak zorunda kalarak.

Bunlar dışında hayallerin peşinden gitmeden onlara ulaşılamayacağını öğrendim. Sadece o hayalleri kafamda yaşayarak bir yere varamayacağımı öğrendim. Hatta bazı hayallerimede ulaşma şansımı yaşadım. Bu hayallerimin takip etmem sayesinde pek çok arkadaş tanıdım pek çok özel anım oldu.

Tüm bunlardan sonra bir veda daha, bu seferse sadece öğrenciliğe veda ettim. En azında düzenli olarak öğrenci olmaya veda ettim.

Sonrası ise yüksek lisans ve iş bulma süreci. Bu dönemde insan bir şeyler öğrendiği kadar öğrendiklerini kullanması gerektiğinide öğreniyor. Ama bu dönemde iki şey öğrendim ki unutamam. Biri hayatta kendin dışındaki hiç kimseye tam anlamıyla güveneyemeyeceğim gerçeğiydi. Özellikle bazı hayal kırıklıkları bunu daha iyi anlatıyor. Bir başkası ise başka bir hayal kırıklığı sonucunda öğrendim ki bir şey istiyorsanız yolunuza çıkan şeyler iyide olsa kötüde olsa onla yüzleşip geçip gitmek gerekiyor.

İşte 25 senede aklımda kalan, yaşamımda köşe başı yer kapmış olaylar ve onlardan öğrendiklerimin bir kısmı bunlar. Aslında önceki doğum günü yazımdan sonra fenada olmadı bunu yazmak. Tam yerine oturdu hakikaten. Hemde fark ettimki hayat bana amma öğretmen olmuş.

24 Mart 2009 Salı

25

Konu bakımındab pek kolay olmayacak belki ama bunca zamandır bu blogda başlık bulma konusunda en az sıkıntı yaşadığım yazı oldu diyebilirim. Konuyu göz önüne alınca pekte zor değildi aslında ha birde bunu dün yazacaktım ama biraz harala gürele arasında kalacak diye korkarak erteledim. Bilmiyorum artık iyi mi ettim.

Evet daha önceki yazıda da dediğim gibi bu pazartesi itibari ile 25 yaşıma girmiş oldum. Hatta yine o yazıda dediğim gibi hayatımın çeyrek yüzyılı geride kaldı. İtiraf edeyim 25 yerine çeyrek yüzyıl demek hakikaten daha korkutucu geliyor insana. Ama yinede şu geçen zamanda olan biten yada olamayan ne var ne yok ona bakmak istiyorum. Onca yıl sonunda nereye geldim nereye gitmekteyim belki yazarsam benim için iyi bir anı olabilir.

Her şeyden önce şu kadar senenin çok önemli bir kısmında hayatımın merkezinde hep okul olduğundan en azından şimdilik öğrencilik ruhuma işlemiş gibime geliyor. Hala sınav veya ödev kelimelerini duyunca midemde bir karıncalanma olmuyor dersem yalan olacak.

Belki bu nedenle yüksek lisansın son bir senelik ksımında nerdeyse hiç okula gitmeyip evde oturabildiğim dönem hayatımın en huzurlu dönemi oldu. Bir öğrenci için okulun sadece bir gün ve iki saatlik bir süreçte olması nasıl güzel nasıl özel oluyordu anlatamam.

Yinede özel olarak bir dönem seçmem gerekirse, 1998 ile 1999 yıllarının kişiliğimin oluşmasında önemli etkileri olmasındanda dolayı oldukça değerlidir. Sevdiğim spor, sevdiğim müzike yada sinema ile olan ilgim hep bu dönemlerde başlamıştı. Hatta dergi okumak ilgili olduğum şeyleri takip etme takıntımda o dönemin eseridir. Elbette internetin evime girmeside o döneme rastladığından sanal alem ile olan ilişkimin başlangıcıda o yıllara dayanıyor.

Bunlar gibi ilk defa birileri hakkında bir şeyler hissettiğim dönemlerde sanırım o yıllardı. Ha onca yıllık zamanda o konuda olmam gerekenden daha çocuk ruhlu bir yapım olmasından dolayı pek kendimi geliştirdiğimi söylemem. Belki bu durum benim için bir reflekstir. Zamanı gelince içimde bu konuda sakladığım bir şeyler varsa ortaya çıkar diye bir umudum var yinede.

Hayatımın yine hep iyi anılarla anacağım bir diğer dönemide 2002 - 2006 arası oldu. Bu dönemde hem insan olarak hem öğrenci olarak dibide buldum çok özel yerlerede geldim. Özellikle 2004'e kadar olan dönemde çocuk olmaktan ziyade içinde bir çocuk olan genç adama dönüştüm sanırım. Ondan sonraki dönemde ise hayatımı daha dengeli bir yapıya oturtmakla uğraştm. Sevdiğim, zevk aldığım hobilerime ve ilgi alanlarıma yoğunlaşma fırsatı buldum. Ardından geleceğim hakkında ilk defa neler olabilir diye düşünmeye başladım.

O zamandan bu zamana ne yaptın ne ettin dersen hayatımı merkezine kendim için değerli olan şeyleri koyarak yaşadım. Çok komplike bir yaşam tarzı oturtmasamda kendi yağımla kavrulduğum ve yaptıklarımdan her şekilde zevk aldığım bir hayatım oldu. En azından insanlar söylüyor diye bir şey yapmaktansa kendi istediğimi yapabilmenin tadını çıkardım.

Peki tüm bu saydığım dönemlerden önce neler oldu neler bitti diyebilirsiniz. O dönemse hayatım çok daha basitti. Okul ve dersten arda kalan kısımda hayatımı arkadaşlarla top peşinde koşturmak ve çizgi film izlemekle geçirmiştim. Bu çizgi film tutkumun sanırım hayagücümü tetiklemesi daha doğrusu geliştirmesi gibi bir durumda onca zaman içinde olmuştur.

Ben sporu insanlar daha birbirlerini rekabet için gırtlamasından önce sevdiğim için pek öyle gözü kara taraftar profili çizmedim. Hemde sporun tek tarzını değil her tarzını izlemekten becerebildiklerimide denemekten zevk aldım. Özellikle takım sporları benim için hep özel oldu. Arkadaşlarınla bir amaç uğruna kenetlenerek elinden gelen her şeyi yapabilmek ve bunu yaparken eğlenebilmek hayatta olabilecek en güzel şeylerden biridir.

Evet onca senenin muhasebesi az yada çok böyle oldu. Gerçi muhtemelen az olmuştur. Onca anı onca yaşanmışlıktan illaki önemli bir kısmı unutmuşumdur. Ama yinede anlattıklarımda benim geçmişim dediğimde ilk aklıma getirdiklerim oldu. Belki dünyanın en şanslı yada başarılı adamı değilim ama yinede yaşadıklarımdan yada yaptıklarımdan hiç pişman olmadım. Hayatım beni yönlendirmiş yada hayat beni yönlendirmiş bir şekilde geldiğim noktada olduğum kişi olmak istediğim kişiydi.

19 Mart 2009 Perşembe

Tuhaf (Creep)

Çok düşünüp, düşündüklerimi yapamadığımdan

Kredi kartı harcalamalarımın yarısından fazlasını DVD alımlarımın oluşturmasından

Her sabah kalktığımda uykuya yeniden dalmak için iyi bir bahane bulamadığımdan

Mevzu ne olursa olsun onu istersem bir şekilde sinematografik bir yörüngeye oturtabildiğimden

Eskiden her şeye takıp gerekli gereksiz asabileşirken artık olanı biteni umursamadan kendi yoluma gittiğimden

Herkesin bir şeyi yapmasının benim o şeyi yapmam için bir neden olmamasından

İnadım tuttumu kendime zarar versemde bildiğimden şaşmadığımdan

Günün en sevdiğim saatinin işin paydos olduğu saat olmasından

Herkes yağmurda kapalı bir yere kendini atmaya çalışırken benim kafamı açıp o yağmurda ıslanmak istememden

Hayatımdaki eksiklikleri olduğu gibi kabul ettiğimden

İki ileri bir geri gideceğime üç durup bir gitmeyi tercih ettiğimden

Plan yapacağıma doğaçlama yaşadığımdan

Hırs yerine huzuru tercih ettiğimden

Konuşurken kafamda hazırladıklarımı hiç bir zaman hazırladığım gibi söyleyemediğimden

Şu konuyu yazmam lazım unutmamalıyım diyip bazı fikirleri hatırlamak için kırk takla attığımdan

Zayıflığımı, acımı gösteremeyip zaman zaman kendimi tükettiğimden

Hayatımı gizli saklı yaşamaktan ziyade basit ve açık yaşadığımdan

Yeri geldimi içmedende çakırkeyif olabildiğimden

Dostlarla vakit geçirmeyi bazen pek çok şeyin önüne koyabileceğimden

Bazen hayırda olsa bir cevap duymak için bazı soruları sorabildiğimden

Yeri geldimi basit ve hatta ucuz şeyleri bile sevebildiğimden

Hala ve inatla olgunlaşmamaya çalıştığımdan

Yaşlanmak ve sorumluluk almak yerine ıssız bir adada kendi halimde olmak isteyeceğimden

Ama ondan, ama bundan yada şundan hepsi yada herhangibiri yüzünden diğer insanlardan tuhafım. En azından zaman zaman bana öyle geliyor.

Not: Bu konuyu yazmaya karar verdiğimde aklıma şu şarkı geldi. Çok konsepte uydu mu emin değilim ama bana konuya soundtrack olmuş gibi geldi açıkçası.

16 Mart 2009 Pazartesi

Post-İt Notları #8

- Baktım bu aralar bir şeye odaklanıp ondan bahsedemiyorum (aslında bir konu var ama onu haftaya bugün yazmak istiyorum), Bende aklıma takılan ufak kırıntılardan bahsedeyim diyerek bayadır yazmadığım notlarıma sarılıyorum.

- Son bir aydır aşırı rutin bir hayat yaşadığımdanmıdır nedir haftalar su gibi akar oldu. Uyanıyorum pazartesi sora şak diye perşembe, pat diyede pazar oluyor. Hayır haftaiçi günler geçsin ona itirazım yok. Hatta memnun olurum. Ama şu durum cuma 18.00 ve pazar 23.59 arasında olmazsa çok süper olur.

- Bir önceki maddeye bakınca fark ettimki şu aralar hiç haftasonu tatili dışında bir tatil yaşayamadığımdan zihinsel olarak baya bir fazla yükleme riski ile karşı karşıya gibiyim. Tüm haftanın yorgunluğunu atabilmek için iki gün bana pek yetmiyor sanıyorum.

- Bu haftasonu (taktım haftasonuna haaaa :D ) uzun zamandır izlemediğim kadar çok sayıda film izledim. Açıkçası film seçimlerimin fena olmamasından mıdır nedir farklı tarzlarda filmleri izlerken pek kafam karışmadı. Ama yinede bir kaç hayal kırıklığı yaratan filmde oldu. Onlarıda aşağıda inceleyelim.

- Öncelikle ilk filmi çok ciddi beğeni kazanmış futbolda holiganlığı vurucu bir dille anlatan Green Street Hooligans filminin devamı olan Hooligans 2: Stand Your Ground ile başlamak lazım. Öncelikle filmin kadronun ilk filmdikei kadro ile alakası kalmamış. Sadece ilk filmde ekibin yancılarından olan Dave bu filmde esas eleman olmuş ki bu rol kendisine bir kaç gömlek ağır gelmiş. Filmin zaten bu noktada sırf ilk filmin ekmeğini yemeye çalışan tırt bir devam filmi olduğunu anlıyorsunuz. Birde bu yetmezmiş gibi filmin futbol ve holiganlıkla alakası kalmayıp son derece basit ve kötü bir hapishane filmi haline getirilmiş. Bu filmin yerine Mean Machine filmini tavsiye eder bu maddeyi noktalarım.

- Bir diğer eleştireceğim film ise Jim Carrey'nin yeni felsefik komedisi Yes Man olacak. Aslında kötü bir film demem zor ama Liar Liar yada Bruce Almighty filmlerinden sonra bu tür bir film gelmesi nedeniyle beklentileri karşılamakta zorlanıyor.

- İki eleştiriden sonra sırada çok çok beğendiğim bir filme gireyim. Gösterime girdiği hafta gittiğim Watchmen filminden çok çok memnun kaldım. Alan Moore, V For Vendetta eserini yaratmış biri olarak bu filmin uyarlandığı eserin sahibidir ve tıpkı V'de olduğu gibi bu eserininde sinemaya uyarlanmasından pek memnun olmadığını okudumki sanatçı ruhlu insanlarda bu tür düşünceler aslında mantıklı geliyor. Neyse lafı toparlayıp tekrardan filme dönecek olursak. 1960lı yıllarda ortaya çıkan kahraman grubunun etkisi ile alternatif bir 1985 yılındayız. Kahramanlar artık emekli olmuş dünya ise soğuk savaşın sonunda sıcak savaşın tehditi ile burun burunadır. İşte böyle bir durumda sık sık geçmiş dönüşlerle süslenen sağlam hikayeli ve görsel açıdan çok başarılı bir film Watchmen.

- Baya Atilla Dorsay ile Alin Taşçiyan tarzında köşe yazısı gibi bir şey yazmış oldum ufaktan ufaktan. İnsan kendini kaptarınca bazen böle bombalıyor gibi sanırım. Ama en azından benimki sanatsal filmlerden ziyade daha farklı tarzda filmleri konu ettik. Dur bak ilham geldi bir şeyler daha ekleyeyim.

- Çizgi romanını çok sevdiğim Punisher'ın yeniden yapılan başlangıç filmi Punisher: Warzone ilk filmden iyi olsada yinede bazen sahneleri testere serisi tadında kanlı yapalım derken hafiften komedi yapmışlar. Ama yeni Castle kesinlikle çok daha başarılı olmuş. Ama bu filmdeki kötü Jigsaw (Demin testere benzetmeleri demiştim dimi. Gerçi bu karakter çizgi romanda da var ya neyse) kötü veya korkutucu olmaktan ziyade basit ve komik olmuş. Bu yazki Joker performansından sonra bu konuda zor beğenir oldum haliyle.

- Slumdog Millionaire aldığı 8 oscarın hepsini ayrı ayrı hakkediyor bence. Zaten Danny Boyle'u Trainspotting filminden (Bu filmden bahsedince aklıma hep Ewan McGregor'un düşen uyuşturucularını almak için tuvalete elini soktuğunda girdiği hayal dünyası aklıma geliyor) beri kendisini mümkün olduğunca takip etmeye çalışıyorum. Bu filmdede o sert, akıcı ve hem eğlenceli hemde dramatik sahnelerle insanı etkiliyor.

- Film film oldu yazı ama fenada olmadı gibi en azından bu konuda birikenleri yazmış oldum. Bunları teker teker toplayıp yazmaya kalksam bu aralarki üşengeçlikle yazmam pek mümkün olmazdı herhalde.

- Bu arada dizi olarak son zamanlarda Chuck çok sağlam gitmeye başladı. Her bölümünü zevkle izliyorum. Konusu öyle çok kafayı yormayan eğlenceli ve bol aksiyonlu bir film olmasının yanında kullanılan pek çok şarkınında bölümleri çok daha izlenir hale getirmeside iyi oluyor.

- Şu maddelere bakıyorumda bu aralar kafayı boşalmak için sürekli ekran başına atıyorum kendimi. Hani şu bahsettiğim tatilsizlikten dolayı olan zihinsel yorgunluğu atmak için kafayı normal hayatın dışında şeylerle doldurma yoluna gidiyorum sanırım. Neyse baya biriken şeyleri döktük ettik zaten.

- Son olarak ilk maddede bahsettiğim olay gelecek hafta 25. yaşıma girmemle hayatımın ilk çeyrek yüzyılı ile ilgili bir şeyler karalamak. Sanırım bu konu tembelliğimi yenebilecek derinlikte olabilecek.

10 Mart 2009 Salı

Watchmen'in Hatırlattıkları

Issız Adam nasıl unuttuğumuz şarkıları bize yeniden hatırlattıysa Watchmen filmide alternatif bir 1985'te geçen bir hikayeyi anlattığında unutulan yada en azından benim pek aklımda kalmamış şarkıları su yüzüne çıkardı. Her zamanki gibi uzun yazmadan sadece o iki şarakıyı paylaşacağım ve kenara çekileceğim

simon & garfunkel - the sound of silence


bob dylan - the times they are a-changin'

Bu arada filmide ayrıca tavsiye ederim. Müzikleri nedeniyle Soundtrack albümüde arşive katılabilir aslında.

2 Mart 2009 Pazartesi

Soundtrack Çağrışımları

Film izlemeyi severim. Özelliklede macera filmlerinin ön plana çıktığı dönemlerde büyümüş biri olarak bu tür filmlere ayrı bir sempatim olduğunuda her zaman belirtmişimdir. Ama bu macera filmlerini unutulmaz kılan tek şey başroldeki karakterin tek kişilik ordu olmasıyla sınırlı kalmamıştır. Oyuncuların performansı kadar filmin havasına ve ruhuna uyan son derece gaz verici şarkılarda bu filmlerin olmazsa olmazlarıdır.

Bu şarkılardan bir demet ile bir nostalji yaşayayım dedim. Daha doğrusu Azura ile muhabbet ederken bu konuya seğirtince muhabbet acaba olur mu dedim içimden. Şimdi anlayacağız olacakmıymış.

1- Rambo Home Coming
Tek kişilik ordu John Rambo hayatımıza ilk girdiğinde yeşilliklerle çevrili bir yolda yanlız başına yürürken arka fonda bu şarkı vardı. Aynı şekilde efsanenin vedasında son sahnede babasının çiftliğine giderkende bu şarkının çalması ile bir nevi çember tamamlanıyordu. Yaklaşık 20 yıl önce unutulmaz müzikle başlayan olaylar yine o unutulmaz müzikle noktalanıyordu.

2 - Rocky - Rocky Theme
Yine Stallone yine bir efsane daha. Belki ilk filmde bu şarkı o kadar ön planda değildi ama özellikle ikinci film ile beraber filmlerin başında ve dövüş sahnelerinin en civcivli yerleinde hep bu şarkı çalmıştır. Çocukluğumda bu filmi her izlediğimde bu şarkının başladığı anda tüylerim diken diken olurdu. Bu liste için bu şarkıyı hazırlarken dinlediğimde de aynı duyguları bir daha yaşadım.

3 - Terminator - Terminator Theme
Evet geldik bir diğer aksiyon unutulmazına. Terminator insanlar için unutulmaz olmuşsa bunda bu şarkınında etkisi yok diyebilen biri var mı açıkçası merak ediyorum. Arnold'un donuk bakışları ve bu müziğin insanın kanını donduran vuruculuğu tek kelime ile filme cuk oturmuştu. Özellikle en sonundaki mekanik sesleri duydukça insanın makineler karşısındaki çaresizliğini daha da fazla hissediyordu insan.

4 - The Last Of The Mohicans - Theme Song
Film olarak önceki üçü gibi saf aksiyonu ön plana çıkaran filmden çok daha iyi ve sanatsal bir yapımdı. Ama benim burda bu şarkıyı seçmemde önemli olan kriter bu filmin diğerlerinden daha sanatsal olmasından ziyade bu şarkının unutulmaz bir eser olması ile alaklı (ki listenin ilerleyen kısımlarında nispeten tırt filmlerinde sırf müzik nedeniyle bu listeye girdiğine şahit olacaksınız) oldu. Otantik ve insanın içine işleyen havası ile filmi unutulmaz yapan en önemli etkenlerden biriydi elbetteki bu şarkı.

5 - The Godfather - Theme Song
Corleone mafya ailesinin yıllar süren o unutulmaz hikayesini Marlon Brando'yu, James Caan'ı, Robert DeNiro'yu yada Al Pacino'yu bu filmde hatırlarken bu efsane müzikle hatırlamışızdır hep. Buram buram akdeniz kokan o enfes tınının yanın kanla ve acıyla kurulan bir imparatorluğun içten içe sinmiş o derin yaralarınıda hissetiren bir havası vardı bu şarkının. Her bakımdan bu efsanenin unutulmazlarındandı.

6 - The Good, The Bad & The Ugly - Ecstasy Of Gold
Western denince akla gelen ilk üç filmden biridir İyi, Kötü ve Çirkin. Dönemin westernlerinin müzikleri konusunda üstad sayılabilecek Ennio Morricone'de bu unutulmaz filme sihirli dokunuşu ile bu unutulmaz şarkıyı kazandırmıştır. Mezarlıkta altınların arandığı o sahnede mezarlığın etrafında baş döndüren kamera hareketleri sırasında o görüntülere tezat bu şarkının dinginliği ile insan kendini o mezarlıkta kaybedebilir belkide.

7 - Star Wars - Theme Song
George Lucas ve John Williams beraber çalıştıklarında ortaya hep kaliteli işler çıkmıştır. Ama tüm Star Wars filmlerinde derin uzay boşluğuna bakarken akmaya başlayan yazıların arka fonunda duyulan bu şarkı serinin kendisi gibi kuşaktan kuşağa pek çoklarını etkiledi ve unutulmazlar arasına girdi.

8 - The Dark Knight - The Dark Knight Theme
Listenin en taze ama belkide en önemli filmlerinden biri ve onun unutulmazlar arasına girecek şarkısında sıra. Filmin başındaki soygun sahnesinden başlayarak önemli tüm aksiyon sahnelerinde bu şarkıyı duymak mümkün. Bu kadar karanlık senaryosu olan bir filmin ana müziği olarak kullanılmaya son derecede uygun hazırlanması sayesinde filmin ruhu ile inanılmaz iyi bütünleşiyor.

9 - Smokin Aces - Dead Reckoning
Listenin başlarında nispeten tırt bir filmde olsa şarkısı için buraya yazacağımı söylemiştim. İşte şimdi sıra o filmde ve şarkıda. Smokin Aces bence hiç bir şekilde çok parlak bir film olamadı. Ne iyi bir macera nede Tarantino tarzı bir ucuz filmdi. Ama Clint Mansell filmin sonu için öyle bir parça hazırlamıştı ki filmdeki tüm o saçmalıkları unutup final ile beraber olduğunuz yerde çuval gibi kala kalıyordunuz.

10 - Requiem For A Drem - Theme Song
Yine Clint Mansell ama bu sefer kült olmuş bir filmin kendisi gibi kült olmuş müziği ile listeme girmeyi başardı. Bu filmdeki o keder, o her adımda her şeyin giderek kötüleşmesi, her şeyin kararmasını üzerine daha uygun olabilecek bir şarkı aklıma gelmiyor açıkçası. Filmin vuruculuğunu o kadar çok öne çıkarıyorki bazen filmin ana karakteri bu parçaymış gibime geliyor.

11 - Schindler's List - Theme Song
Spielberg bu film ile beraber efekt bombardımınana ihtiyaç duymadanda çok çok iyi filmler çekebileceğini kanıtlamıştı. Konusu gerçeklerden yola çıkılarak yapıldığından zaten izleyen insanda yeterli derecede keder yaratıyordu. Ama pek çok dokunaklı sahnede bu şarkıyıda duydukça insanın boğazında bir şeyler düğümlenip kalıyordu.

Buraya kadar kendi listemi yaptım sırada Azura'nın seçimleri var.

12 - Elizabeth The Golden Age - Score

Daha başlangıçta isimler geçerken çalan bu parça insanın duygularını da çok farklı yerelere sürüklüyor. Muhteşem yaylı çalgılar eşliğinde karmaşık duygulara kapılıyorsunuz. Filmi merak ettiğinizden heyecanlanıyorsunuz ama parça öyle hüzünlü ki ve işte bu size farklı duygular hissettirmenize neden oluyor. Tabi filmdeki müzikleri ve görselliği ki oyunculukları da es geçmemek lazım çok güzeller.

13 - Troy - Briseis & Achilles
Her ne kadar mitolojik bir film olsa da içinde işlenen aşk ve kahramanlık öyüsüyle bu eşsiz müzikle birleşince ortaya böyle muazzam birşey çıkıyor.Aşkların içindeki o duyguları bu şarkıda tamamıyla hissedebiliyorsunuz.İnişli çıkışlı ezgisi heyecanı, kısık ve yumuşak geçişler duygularını ve sonlara doğru duyduğunuz o hüzün dolu parçada aşklarının sonsuz olmasını simgeliyor bana göre...

14 - Les Choristes - Les Choristes
Fransızcanız olmasa da şarkıda ki umudu hissedebiliyorsunuz. Tabi filmde işlenen konu itibariyle ve şarkıyı söyleyenlerin de filmdeki çocuk oyuncuların olması da parçaya ayrı bi şirinlik katıyor. şarkıyı söylerken profesyonel olduklarını düşünürsünüz bir an. Oyunculuk bakımından da ses bakımından da özenle seçildikleri belli oluyor.

Evet efendim iyisi ile kötüsü ile bizi ilgili oldukları filmleri hatırlatan şarkılardan oluşan listemizin sonuna geldik. Sağlıcakla kalınız.

1 Mart 2009 Pazar

Ben ve Şiir

Voodo Girl mimlemiş beni sağolsun. Normalde mimlerden hoşlanırım. Ama bu mim beni korkutmadı dersem yalan olur. Mimin konusu sevdiğim bir şair ve onun sevdiğim bir şiiri paylaşmam üzere. Sorun şu ki ben hiç bir zaman şiir konusunda bilgili biri olmadım.

Şiir yazamam (ki bu o kadar şaşırtıcı ve ilginç bir şey değil), pek fazla şiir okuduğum söylenemez hele hele şiirleri sesli okuma konusu dünyada bana en uzak olan şey. Bunda bir ihtimal ilkokul, ortaokul ve lisede şiir okumak zorunda kalabilme ihtimalimin bana verdiği korkununda etkisi vardır herhalde.

Yinede ailem şiir konusunda benim kadar olaya Fransız (hoş bu deyimde kullanılan Fransız kelimeside pek uygun olmayacak gibi. Malum Fransızlar şairane insanlardır ama deyimide deforme etmeyeyi dedim) kalmadıklarından onların sayesinde bende bir kaç şiir bilmiş duymuş olabilmiş oldum.

Mimin ana konusundan ciddi olarak çıkmadan en sevdiğim iki (bir tane bulamam derken iki tane yazabildim aferin bana) şiiri paylaşayım.

İlki Nazım Hikmet Ran'ın Japon Balıkçısı şiiri olacak. Bu şiiri sevmemde en önemli etken geçmişte Burak Bora'nın (Bildiğim kadarı ile kendisi adına Anadolu Lisesi yapılan Burak Bora değil sadece isim benzerliği) bu şiiri şarkılaştırması oldu sanırım.

Japon Balıkçısı

Denizde bir bulutun öldürdüğü
Japon balıkçısı genç bir adamdı.
Dostlarından dinledim bu türküyü
Pasifik'te sapsarı bir akşamdı.

Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.

Balık tuttuk yiyen ölür,
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür.
Tuzla, güneşle yıkanan
bu vefalı, bu çalışkan
elimize değen ölür.
Birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Elimize değen ölür...

Badem gözlüm, beni unut.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Üstümüzden geçti bulut.

Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.

Bu gemi bir kara tabut.
Badem gözlüm beni unut.
Çürük yumurtadan çürük,
benden yapacağın çocuk.
Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?


Bu şiiri ilk duyduğumdan beri aklıma ne zaman gelse beni çok etkiler. Nedenini niçini açıklamakta zorlanıyorum ama şiirde bir depresif hava varmış gibi geliyor bana ve o hava nedeniyle bana oldukça etkileyici geliyor sanırım diyerek bunu mümkün olan en mantıklı şekilde açıklayabilirim sanırım.

Bir diğer şiir ise yine oldukça bilinen bir şiir olacak. İkinci seçimim Orhan Veli'nin İstanbul'u Dinliyorum şiiri oldu. Açıkçası Atilla İlhan'ın Ben sana mecburum ve Cahit Sıtkı Tarancı'nın Otuzbeş Yaş şiirlerinide buraya koyabilir miyim diye düşündüm. Ama İstanbul'a benim gibi bağlıysanız. Böyle bir şiiri öne çıkarmanız gayet doğal oluyor aslında

İstanbul'u Dinliyorum
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.


İstanbul'u bu kadar iyi anlatan bir eser benim her zaman özel olacaktır. Evet benim için pek kolay olmayan bir görevi daha yerine getirdim sanırım. Zor bir konu olduğu için hemen görevi yerine getirerek ani karar verip daha sonra düşünüp kafamı karıştırıp iyice çorbaya çevirmekten daha etkili oldu gibime geldi. Neyse yaptık işte bir şeyler.