12 Ekim 2010 Salı

Kısa Bir Zamana Sığan Uzun Bir Hikaye

Evden geç çıkmadığı için memnundu. Belki erken gelmişti ama havada mis gibiydi, bu güzel havada dışarda biraz vakit geçirmek gayet güzel olacaktı. Bunları düşünürken kafasını kaldırıp güneşe bakarak sırıtmaya başlamıştı.

Hiç acele etmeden geldiği sahilde ne yapsam diye düşünüyordu nede olsa daha rahat rahat harcayabileceği bir 10 - 15 dakikası daha vardı. Güneş ışıkları dalgaların üstünde zıplarken martılarda bu güzel manzarada pinekliyorlardı o sırada. Bir süre gözü martılara takıldı. Tam o sırada aklı bambaşka yerlere gitti.

O gün nasıl da o kararı vermişti. Arkadaşını nasıl kırabilmişti. Halbuki bir an için doğru bir şey yaptığını sanıyordu. Nerden aklıma geldi bu dedi içinden. Sonra durumu fark etti. Ne zaman böyle güzel bir şey yaparken yanlız olsa bilinç altı boş durmaz ve yüzleşmesi gereken bir konuyu aklına getirirdi.

Şimdi ise son zamanlarda çok ciddi yüzleşmesi gereken bir karar verme aşaması yaşamadığından aklına irili ufakli bir çok şey gelmeye başlamıştı. Son dakikada tembelliğinden dolayı buluşmak isteyen arkadaşını ekmesinden yardımını isteyen başka bir arkadaşına o konuda yardım edebilecek olmasına rağmen sırf canı istemediği için yardım edemeyeceğini söylediği an gibi bir sürü anısı kafasında ard arda oynamaya başladı.

Bu kadar çok şeyi nasıl yaptığına şaşırmıştı. Aslına bakarsan tüm bunları bir anda hatırlayınca çokta iyi bir arkadaş olmadığını düşündü. Neredeyse her zaman arkadaşlarını yüz üstü bırakıyordu. Ama öyle olsa onla hala arkadaşlık etmezlerdi. Fakat bu durum ya onun gerçekten kötü olmamasından ziyade onların çok sabırlı ve anlayışlı olmasından kaynaklıysa ne olacaktı.

İnsanın kendine işkence etmesi deyimini canlı olarak yaşıyordu bu canım bahar gününde bu güzel sahilde. Düşündüklerine daldıkça demin güneşe bakarak sırıtan yüzü kararmaya başlamıştı. Ya o kötü biriyse, ya o hep arkadaşlarını yüz üstü bırakan biriyse ve daha da kötüsü bunca zamandır bunu farkmediyse. Bu durum onu nasıl bir insan yapardı.

Saçmalık. Tüm bunlar tam anlamıyla bir saçmalık. Evet bazen arkadaşlarını yüzüstü bırakıyordu ama gerçekten ona ihtiyaçları olduğu anlarda bunu yapacak biri değildi. Fakat ya ona önemsiz geldiği için ektiği bir arkadaşı için o buluşma çok önemliyse ne olacaktı.

O kadarda tesadüf olur mu hiç. Kendine işkence yapmak için her söylediğinin bir açığını arıyordu bilinçaltı. Ama ya gerçekten o açıklarda haklılık payı varsa.

İşte o anda omzunda bir el hissetti. Daldığı derin düşüncülerden çıkarak o elin dokunduğu omzu yönüne döndü. Arkadaşı gelmişti. Onun o dalgın halini görünce yüzünde hafif bir sırıtma yerleşmiş halde çok bekletmedim değil mi dedi.

Sonrada cevabını bile beklemeden. Bu gün gelmesen ne yapardım bilmiyorum. Sen gerçekten çok iyi bir dostsun. İnsanın en zor zamanında yanında olan cinsten bir arkadaşsın dedi.

O anda bunları duyunca yüzü aydınlandı. Kafasını kaldırdı güneşe baktı ve hafifçe sırıttı. Sahile geldiği o 10 dakika önceki ruh haline geri dönmüştü.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Mini Me

Yazı yazmada zorlandığım dönemlerde güzel mimler geldi mi çok güzel oluyor. Sağolsun a.nur hakikaten yazmak isteyeceğim bir konuda bana mim yollamış. Efendim konumuz çocukluğumuzdan aklımızda kalan nesneleri maddeleyerek yazacağız.

Tetris: Çocukken pek sevdiğim bir oyuncaktı. Gerçi arkadaşların Gameboyları görüp kıskanmıyor değildim ama bunun iki çeşit tetris oyunuda beni saatlerce oyalayabiliyordu. Özellikle annemin kırdığı rekoru kırmak o dönemler önemli zevklerimden biriydi.

Sprite: Bunu neden yazdın derseniz Sprite'ın ülkemizde ilk meşhur olduğu dönemlerde sık sık gösterilen Grant Hill reklamları beni baya etkilerdi. Hatta o reklamın mottosu olan "Grant Hill Sprite mı içiyor?" lafı hala aklımdadır. Ehh birde o zamanlar kola ve Uludağ Gazoz dışında çok fazla farklı gazlı içecek yoktu.

Boş Teneke Kutu: Bu konuda herhangibir marka seçimim yoktu. Elime sadece bir boş teneke kutu geçsin yeterdi. Kutuyu tepesinden ezerek okuldan arkadaşlarla tüm boş zamanlarımızda maç yapardık. Zaman zaman at kestanesinide top olarak kullansakta teneke kutular bambaşkaydı. Hele birde düzgün bir şekilde ezilmişse burunla vurduğumuzda füze gibi şutlar çekebiliyorduk.

Bart Simpson Resimli Eşofman Üstüm:
Çocukluğum dönemde ülkemizde The Simpsons yeni yeni yayınlanmaya başlamışken babamın halası (muhtemelen bunun adı büyük hala oluyor herhalde) doğum günümde turkuaz renkli üstünde Bart Simpson olan bir eşofmans üstü hediye etmişyi. 3-4 yıl her kış defalarda zevkle giymiştim o üstü.

Sulugöz Sakız: Ehh ne yalan söyleyeyim bende ilk çiğnediğimde gözlerim dolmuştu. Ama yinede sonrasında güzel tadıyla ve paketini açıp arkadaşları kandırmak için onlara verebilme ihtimali olsun her şekilde kullanışlı ve sevdiğim bir sakızdı.

Taso: Biz çocukken hem toplaması kolay hemde oynaması eğlenceli olması açısından çok sevdiğim ve baya bir biriktirmiştim tasoları. Tabi onlar için yediğim Cheetos'un haddi hesabıda yoktu. Özellikle rakibinle tasoları kule yapı sonra tepesine vurup ters çevirdikleribi toplayarak başladığın oyunda yere düşenleride elindeki diğer tasoyla ters dönmemiş olanları ters çevirerek almaya çalışmak oldukça heyecanlıydı.

Bozuk Para ve Bozuk Para Maçı: Bozuk paralarla çok çeşitli maçlar yapılabiliyordu. Biri üç bozuk para ile sürekli ikisinin arasından üçüncüyü geçirerek rakibin kalesine gol atılmaya çalışılandan tek bozuk parayı dik tutup kenarına vurup çevirerek ilermesini sağlayıp rakibin eliyle yaptığı potaya basket atmaya çalıştığımız basketbolumsu oyununa kadar çok çeşitli varyasyonları oynardık bozuk paralarla.

Dışı Altın Gibi Jelatinle Kaplı Yuvarlak Çikolata:
Bunun muhakkak bir adı vardı ama aklıma şimdi gelmiyor. Ama dışındaki sarı altın gibi görünen jelatininden dolayı mıdır yoksa hakikaten lezzetli bir çikolata olmasından mıdır şimdi çok emin olamasımda bana çok değerli gelen bir çikolataydı.

Beşiktaş Güler Büfe'nin Sosislisi: Ben çocukken ananem'in evi Beşiktaş'taydı. O evde sık sık kaldığımızdan oraya gittiğimizde annem Beşiktaş Çarşısı'ndaki meşhur Güler Büfe'den muhakkak bana bir sosisli ve ekmek arası döner alırdı. O sosislinin ve tost makinesine bastırılarak sıcacık ve kıtır hale getirilen ekmek arasına konan dönerin tadı bu gün hala aklımdadır. Ama ne yazıkki bu gün artık o büfe yok.

Muhtemelen daha yazılabilecek ama şu anda aklıma gelen daha bir çok nesne vardı ama bir anda geçmişe gidince aklıma ilk bunlar geldi. Listeye şöyle bir bakınca aklıma gelenlerin listeside hakikaten fena değilmiş gibime geldi. Her neyse efendim bu güzel mimi elimize yüzümüze bulaştırmadan yazabilmiş olduk böylece.

25 Temmuz 2010 Pazar

Beyaz Perdeden Yansıyanlar #2 Mr. Sidney Shaw

Zamanında bir seriye başlamıştım. Filmlerden bazı sahnelerin resimleri üzerinden filmleri yorumluyordum. Öncelikle dürüst olalım; şu ana kadar sadece bir kez bunu yaptım. Ama bundaki esas sebep bir türlü hangi filmi seçeceğime emin olamamdı.

Bu gün evde tek başıma geçirdiğim gün boyunca bol bol filmlerle haşır neşir olma şansım olduğundan bu konu başlığı hakkında sonunda ne yap acağım da bulmuş oldum.

Blogda defalarca Guy Ritchie filmlerini sevdiğimi hatta filmlerinden alıntıları yazı başlıklarımda bile kullanmış biri olarak onun filmlerinden birini izlerken bu seriyi canlandırmaya karar vermem beni pek şaşırtmadı. Asıl ilginç olan hayatıma ilk defa 2000 yada 2001 yılında Öss için gitmek zorunda olduğum sıkıcı dershane ortamında okulumdan da çok yakın arkadaşım olan birinin bana Vcd'sini verdiği (evet o zamanlar Dvd benim için çok çok çok yabancı bir kavramdı) Snatch filmini değilde aynı tarzdaki son işi olan RockN'Rolla için bunu yapmaya karar vermem oldu.
Lafı daha fazla dolandırmadan sadede gelirsek karşımızda olan filmin afişi
ile işe başlayalım
Snatch ile karşılaştırınca çok daha ışıl ışıl duruyor ne yalan söyleyeyim.

Filme geçecek olursak;

Filmin esas oğlanları OneTwo ve Mumbles burada kanun dışı olmayan ilk büyük işlerindeki tek kanunsuz konuda yani belediyedeki görevlinin imar izni çıkarma konusunda sorun yaşadığını öğrenirler. Yüzlerindeki o çaresiz ve mahvolduk ifadesinin ise asıl nedeni sadece işlerinin olmaması değil bu iş yüzünden borçlandıkları Lenny'e borçlarını nasıl ödeyeceklerini bilmemelerinden.



Londra'nın yer altı dünyasında mevzubahis imar ve inşaat olduğundan her şey Lenny'nin elinden geçer. Bu nedenle bir önceki resimde mutsuz olan ikilimiz sadece şanslarının yaver gitmediğini düşünürken Lenny'nin yanında duran Archie nelerin döndüğün bizzat farkında olduğundan ve onunda zamanında içinde olduğu ortamdan kurtulmaya çalışan ikiliye Lenny'nin kumpas kurarak hem onları borçlandırıp hemde inşaatı kendi üstüne alıp ardından belediyedeki çalışana imar izni çıkarttırması hiç hoşuna gitmiyordu. Lenny içinse eski tanıdıkları aldatmak hiç bir zaman sorun olmamıştı.


Zaten Lenny için esas mesela şehirde yeni projesi için kısa sürede imar izinleri çıkarm
ası gereken Rus Victor'un paralarından ne kadar büyük kısmını cebine atabileceğiydi. Lenny her ne kadar hala yer altı dünyasında en korkulan kişi olduğunu sansada yeni dünya düzeninde artık güç paranın sahibindeydi. Yani güç "yeni votka, viskyi" Lenny'e uzatan Victor'daydı. Bu arada atlamayalım filmin kilit elemanlarından biri olan Victor'ın uğurlu tablosu bu görüşme sonrası Lenny'e ödünç veriliyordu.


Erkekler arasında bir sorun çıktığında bu genelde bir kadın nedeniyle olur. Bu hikayede ise sorunun kaynağı olan hanım ise sıkıcı hayatından bunalmış Victor'ın k
endisinden fazlasıyla hoşlandığı muhasebecisi Mrs. Baxter idi. Paraya ihtiyacı olan OneTwo ve ekibi Wild Bunch'a patronunun Lenny'e vereceği paraları çalmasını teklif eder. İşte bir çok farklı sorunun birbiriyle çakışmasıda burada başlar.




İlk seferde çalınan paralar Mrs. Baxter'ı yeterince heyecanlandırmamış olacak ki ikinci transferde de paraların patronundan çalınması için OneTwo ve Wild Bunch'ı kiralar. Tabi bu sefer işin içinde tehdit edilince geri adım atacak muhasebeciler yerine savaş suçlusu iki insan azmanı Slav'ın paraları koruyacağını söyleseydi aşağıdaki resimde olanlar asla olmayacaktı.



Ekip ilk soygunu ne kadar kolay yaptıysa ikincisinide bir o kadar zor yapabildi. Neyle vurursanız vurun tekrar ayağa kalkıp size saldıran iki eski savaş suçlusunun elinden paraları alıp kaçmanın bir bedeli vardır. OneTwo tren yolunda kaçarken bu bedeli düşünmemişti.


İşte daha önce düşünmediği bedel daha sonra müzik dinleyerek dinediği o anda kapısından içeri girivermişti. İnsanın ne olduğunu anlayamadığı ama az sonra tamamen çaresiz kalacağı o anı yaşamak üzereydi.

O çaresizlik anında bazen kapınızda beliren bir başka düşman bir anda dostunuz olabilir. Archie OneTwo'nun kapısından girdiğinde de durum tam olarak böyleydi.

Fakat son yüzleşme anı gelip çattığında Puzzle'ın tüm parçaları olan OneTwo, Lenny Archie ve Johnny eteklerindeki taşları döktüğünde Lenny'nin eski tanıdıkları aldatmada neden zorlanmadığını çok net bir şekilde anlayacaklardı.

Bir filmi anlatırken aslında filmi fazla anlatmamak diye bir kavram varsa bu yazıyla bir nebze olsun o kavrama bir örnek olmuşumdur diye düşünüyorum.

4 Temmuz 2010 Pazar

Farkına Vardıklarım

Öncelikle farkına varacağınız gibi tasarımda ufak değişiklikler yaptım. Özellikle Blogger geçenlerde tasarım konusunda sunduğu yeni opsiyonlar sonrasında bu durum biraz kaçınılmaz oldu sanırım. Yazıların okunabilir olması konusunda mümkün olduğunca titiz davrandım. Yinede sorun varsa gelecek uyarılara rehberliğinde gerekeni yaparım.

Neyse bu ufak bilgi notundan sonra yazacaklarımıza geçmek lazım. Bu aralar dikkatimi çeken bir şey varsa oda geçmişte yaptığım bazı şeyleri artık daha farklı yapmaya eğilimli olduğumu fark ettim. Sonuç olaraksa hazır başlamışken aslında pek çok yeni şeyin farkına vardığımı gördüm. Bunları paylaşmak eğlenceli olur diye düşünmeden edemedim. Lafı uzatmadan başlamak lazım herhalde.

Bu cuma yaklaşık 8 ay sonrasında ilk defa saçlarımı kestirdim. Normalde böyle bir durumda saçlarımı kestirmeye karar vermem bile en az 3-4 hafta sürerdi muhtemelen. İlginçtir Sonisphere'den sonra bir anda bu saçlar tamamdır artık kestirme zamanı geldi diyiverdim bir anda. Ondan sonrada ilk müsait olduğum zamanda da kısaltıverdik saçları. Böyle kararları eskisi gibi muallakta bırakmadan karar verdiğimi fark etmek beni memnun etti.

Blogu yazmaya başladığımda yapı olarak biraz agresif biri olduğumdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Hatta zaman zaman kendimin bile sonrasında hatalı olduğuna inandığım pek çok çıkışımda olmuştur sevdiğim insanlara karşı. Son 6-7 aydır ise normalde beni çıldırtacak şeylere karşı çok daha sabırlı davranıyorum. Fakat sonunda yine patlama noktasına geldiğimde tavırlarım çok fazla değişim yaşamamış onuda bir kaç kez test etme şansım oldu. Yinede daha sabırlı bir insan olmak oldukça güzel bir şeymiş.

Öğrencilik hayatımın ardından o dönemlerime baktıkça zamanında yaptığım hataların bile bu gün yapmış olduğum için mutlu olduğum şeyler olduğunu görüyorum. Hatalar insanı kesinlikle yaptığı doğrulardan daha fazla belirleyen sonuçlara yol açıyorum sanırım.

Hazır Dünya Kupası başlamışken oradan bazı farkındalıklarım da oldu elbette. Her şeyden önce Vuvuzela'dan kesinlikle nefret ettiğime kanaat getirdim. Bizim ülkemizdeki Zurna gibi bir müzik aygıtının olduğu ülkelerde ancak bu müzik aletinin çakması olacakbilecek bir ses çıkaran Vuvuzela'nın sevilmesi imkansız.

Dünya Kupası konusunda bir başka şey daha varsa oda artık Ömer Üründül'ün çekilmediğidir. Hayır futbol yorumculuğu zaten yeterince kötüyken son zamanlarda kendisinin şirketinin ülkemiz distribütörküğünü yaptıkları Burger King'de eski lezzetinin, menü boyutlarını kaybetmesiyle (hele şu McDonald's ile yarışmak için bir menü fiyatına iki menü kampanyasına geçtiklerinden beri Steakhouse dışında hiç bir ürünleri gözüme hoş görünmüyor. Steakhouse'un ise tadı kesinlikle ilk zamanlarındaki gibi değil) ve en önemlisi küçük gibi görünmesine rağmen nerdeyse tüm soslarını para ile satmasına (yinede pek çok şubede olur mü öyle şey dendiğinde bedava olarak sosları almanız muhtemel) çok sinir olduğumu fark ettim.

Bu blogu boşladığımda kendimi çok önemli bir şeyi yapmayı unutmuş gibi hissettiğimi fark ettim. Buda burayı zaman zaman boşlamış gibi görünsemde asla bırakmayacağıma dair bir işarettir umarım.

Hazır dizilerin sezon finali yapılıyorken bu senenin en iyi yerli dizisi benim açımdan Geniş Aile oldu. Muhtemelen Kaygısızlar'dan beri gördüğüm en sağlam absürd komedi dizisiydi. Ana karakter haricindeki pek çok yan roldeki oyuncuda çok başarılı oldu. Yabancı dizi olaraksa her ne kadar zaman zaman erotizm mevzusunu çok abartsada senaryosunu özellikle 7. bölümden feci şekilde geliştiren Spartacus: Blood and Sand çok ilgimi çekti. Gerçi Flashforward'da bazı bölümlerde çok ciddi bayıklaşma sorunuyaşamasa hem ikinci sezonu görecekti hemde en beğendiğim dizi olacaktı.

Sonisphere festivalinde geçirdiğim üç günde fark ettim ki (evet festivale gittim ve bunu belirtmek için yer arıyordum sonunda dayanamadım burada açık açık yazayım dedim) hafiften yaşlanmışız ama yeni nesil müziğin imaj kısmına daha düşkün olmuş sanırım.

Ve de son olarak fark ettim ki bu yazıyı burada sonlandırmak en güzeli olacak herhalde.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Post İt Notları #11

- Öncelikle blogda bu yazıdan önce görüleceği üzere yediğim fırçanın (cidden ilk gördüğümde bu ne diye tepki verdim ama okurken gülücüğümede gitmedi değil :) ) sonucu olarak yazacaklarım (mim'i değerlendireceğim efendim ama ilham gelmesi lazım daha doğrusu tembellikten fırsatım bulduğum ilk anda o konuyada gireceğim) haricinde hem burayı boşlamamak hemde buradaki yazılarımın %90'ında olduğu gibi aklıma geleni değerlendirmek için bir şeyler karalamayı uygun buldum. Hatta bunla yetinmedim yazmadan önce böyle bir açıklama yapmayıda gerekli bile buldum.

- Demin fizy'de ne dinlesem düşünürken uzun zamandır Red Hot Chilli Peppers dinlemediğimi fark ettim. Bu gruptan ne zaman bahsetsem onları ilk tanıdığım an gelir. Yıl 1997 idi sanırım (dinlediğim şarkı californication'ın çıkış şakrısı olduğuna göre en kötü ihtimalle 1998 yılıdır yanılıyorsamda). O zamanlar hala HBB (ilginçtir bu kanaldan bahsedincede aklıma iki şey gelir biri yanılmıyorsam orada program yapan İclal Aydın ve yayınladıkları Robocop çizgi filmleri, ha birde Amerikan Kolej Basketbol Liginden maçlar verirdi ama o zamanlar sadece ufak bir detaydı o benim için) vardı. Arada yabancı şarkıların kliplerini yayınlarlardı. İşte o programlardan birinde Scar Tissue ile karşılaşmıştım. İlk tepkim amanın bu ne güzel parça olmuştu. O zamandan bu zamanlara (gerçi son zamanlarda baya ara vermişiz) severek dinlediğim bir grup olmuşlardır. Özellikle üniversitemdeki son sene Stadium Arcadium albümünü kaç defa dinlediğim hatırlayamıyorum.

- Bazı yayınlanan reklamlardan sonra ister istemeden ya ben artık yeni neslin (şu lafı diyecek kıvama geldim artık benden sonraki nesillerden bahsedebiliyorum) ne sevdiğini pek anlayamıyorum yada reklamcılar işlerini bilmiyorum. Daha öncede söz ettiğim Defacto ve Mavi Jeans reklamları ve reklam sloganlarını zaten sevmemiştim bu yaza yaklaşırken seriye devam etmeleri sonucu iyiden iyiye kendimde bir sorun olup olmadığını düşünmeye başladım.

- 118 savaşları çok tuhaf bir hal aldı sanırım. Hayatım boyunca 118'i bir kez bile aradığımı sanmıyorum. Ama şu son dönemde özelleşme sonrası 118 80 ve 118 18 reklamları ile feci şekilde dile pelesenk olan jinglelara sahip olduk. Ha bu jinglelar hatların işlevselliğine katkıda bulunuyor mu onu bende merak ediyorum. Unutmadan bide bu iş çok sağlam sektör. Ortada 2-3 firmanın reklamı dönüyor ama sanırım 20'ye yakın farklı 118 hattı varmış piyasada.

- Nisan ayı içinde hikayesini daha önce çok sevdiğimi belirttiğim (her ne kadar tanışmama vesile olan filmi çok berbat olsada) Spawn'ın yıllar önce ülkemizde Cine 5'tede yayınlanmaya çalışılan animasyon dizisini izledim. Yaklaşık iki gecede izlediğim seriden sonra böyle enfes bir hikayenin muhakkak yeni ve çok sağlam senaryosu olan bir filminin çekilmesi gerektiğine inancım arttı. Fırsatı imkanı olanlar muhakkak bu çizgi diziyi bulup izlesin.

- Hazır dizilere girmişken uzun süre izlesem mi uzak dursam mı emin olamadığım V dizisine başlamakla çok doğru bir karar verdiğimi fark ettim. Oldukça güzel bir ilk sezon hazırlanmış hakikaten. FlashForward ise kendi sonunu kendi hazırlamış bence. Elde mükemmel bir altyapıya sahip hikaye varken ilk sezon sonunda iptal edilecek olmasına sadece yazık diyorum. Heroes'un kaldırılması ise fevkalede yerinde bir karar oldu. Üçüncü sezonla artık eziyet halini almaya başlamıştı. Fakat dördüncü sezon tek kelime ile berbattı. Çoğu bölümü hızla ileri sararak bitirmeme rağmen ana konuyu gayet rahat anlayabilmiştim.

- Bu arada Heroes ile Prison Break'in ilk çıktıkları dönem ne bereketliydi. Sırf bu iki dizi için herkes bir hafta beklerdi deli gibi. Sonunda her iki dizinin geldiği yeri görünce üzülmeden edemiyorum.

- Her dünya kupasının olduğu sene hatırlayabildiğim ilk dünya kupası olan 1994 ABD dünya kupası aklıma gelir. Roberto Baggio'nun at kuyruğu çok karizmaydı. Birde Nijerya'nın süpriz çıkışı gibi bir sürü şey aklımda kaldı. Ama nedense en çokta Alex Lalas'ın keçi sakalı aklımda kaldı. Yıllar sonra kendimde benzer bir sakala sahip olmuştum.

- Hayatta tesadüf diye bir şey var sanırım. Bu gece Red Hot Chilli Peppers'ın şarkılarına bakmamın temelinde My Name is Earl dizisinde daha önce grubun söylediği bir şarkının orjinal halinin adını unutmam vardı. Şarkılar arasında ilerlerken bunların üstüne uygun başka şarkar ararken en alakasız yerde Higher Ground ile karşılaşmam kafamda bir şimşek çakmasını ancank tesadüfle açıklayabilirim herhalde.

- Red Hot Chilli Peppers'ın en sevdiğim şarkısı (muhtemelen tüm şarkılar içinde en sevdiğim 3-4 şarkıdan biride olan) Under The Bridge'in üstüne Eric Clapton'dan Layla dinlemek gayet güzel oluyormuş. Sözler olarak olmasada tını olarak fena bir devamlılık olmadı.

- Her devamın bir sonu var herhalde. Hatta en önemlisi devamların güzel bir sonla bitmesidir. Kapanış için Bob Dylan'dan One More Cup of Coffee fena bir seçim olmaz herhalde. ve son ...

28 Nisan 2010 Çarşamba

Ne desem bilemedim!


Boslamis blogu birileri. Evet evet boslamis! Bak sana guzel bi resim de koydum. Beni yazmak icin zorlayan sahsiyetin kendisi yazmiyor. Terbiyesizlik baska birsey degil! Evet evet oyle. Taslaklar yap sonra yayinlarsin bak ise yariyor oylesi. O zaman yazma zorunlulugu falan duymus gibi olursun. Cidden! Beni sinir etme!

Bendeniz Azura!

1 Nisan 2010 Perşembe

Unfinished

Şu anda televizyonda en sevdiğim filmlerden olan Jerry Maguire var. Bu filmi her izleyişimde insanı duyguların insanlığa hiç yer olmayan vahşi doğadan bile daha vahşi olan iş (spor menejerliği) dünyasına bakmak ve bu sıcak hikayeyi bir kez daha izlemek kadar benim için her zaman güzeldir. Fakat bu sefer izlerken zaman zaman aklıma gelen ama hiç bir zaman bir yere bağlayamadığım sürülerce şeyi bir sonuca bağlama endişesi taşımadan aktarmayı düşündüm. Bunların bir kısmı nispeten uzun önemli bir kısmı ise tek bir cümle hatta kelimeden bile oluşacak uyarmadı demeyin.

Hayat bazen otobüsün camından gördüğün insanların gözlerinden izlensen nasıl olur demeden edemiyorum.

Yanlız zaman zaman çoğunluğun kötülediğinden çok daha güzel bir şey olabilir. Kimseyi düşünmeden, kimseye bir şeyler anlatmak zorunda kalmadan sadece kendinle olmanın nesi insanlara bu kadar kötü gelir hiç anlayamam.

Her güzel şey biter. Aslında güzel olsada olmasada her şey bir gün biter. Ama işin özünden bir şeyin güzel yada berbat olduğu zaten işin sonunda anlaşılır. Böyle bir durumda insan için en değerli an her zaman o sonlardır. Sonlar insanı üzme potansiyeline sahip olsalarda sonlar yaşanmadan eldekilerin değeri yada değersizliği anlaşılmıyor.

Planlar planlar planlar. Hayatını planlayan insanlara kızamıyorum ama yaşadığı anıda geleceğini planlamaya harcamakta anın o yaşanan değerli anın kaybı olmuyor mu. Planlamak güzel ama her adımını her seçimini planlamak hayatın en değerli unsurlarından beklenmezliği yani süprizi engeller. Halbuki hayat süprizlerle güzel olur. Elbette her süpriz güzel olacak demiyorum. Ama her şey beklenilen gibi giderse hayat çok sıkıcı olmaz mı

Ufak şeyler var ya insanın yaşamında fark yaratan o ufak şeyler. Bunların değerini çok iyi bilmek lazım. Büyük kaçışlar yada önemli değişiklikler için zaman, mekan yada finansal ihtiyaçlar vardır. Ama ufak şeyler için bu kadar fazla şeye hiç gerek yok. Sadece yapmak isteyen bir bünye ve gerekli asgari şartların sağlanması gerekli olan her şey. Fakat bu az harcama karşılığında insan o an gereken şeye yani huzura ve mutluluğa kavuşabilir. Dünyada bu kadar az şey verip bu kadar çok şeyin alınabildiği pek az durum vardır.

Sahilde oturup denize bakarken sağdan soldan geçen insanları görmek, görmektende fazlası onları izlemek bazen dünyanın en güzel romanını okumak yada en gerçekçi filmini izlemek kadar güzel bir şey olabilir.

Filmlerde en duygusal anlarda sırf gitarlarla yapılan müzikleri genelde hep sevmişimdir. İnsana basit ama dinlemeye değer gelir.

Uzun zamandır sinemaya gidemiyorum. Açıkçası o koca karanlık salonu, büyük beyaz perdeyi ve rahat koltukları özlesemde evde geç saatte bilgisayar karşısında ayaklarını uzatıp bir film izlemeninde ayrı bir zevki olduğunu itiraf etmem lazım.

Bazen arkadaşlarımla konuşurken filmlerden alıntı yapmayı çok severim. Ama karşımdaki arkadaşın filmlerle arası yoksa birde o repliği ve o replikle anlatılmak isteneni açıklamak zorunda kaldığımda kendimi suçlu gibi hissediyorum.

Uzun zaman sonra ara verdiğim kitap okuma alışkanlığıma yeniden başladım. Aradaki boşlukta bol bol dergi okurdum (birinde yazıyor olmamında bunda etkisi vardı herhalde). Fakat sevdiğim dergilerin hemen hepsi kapanınca artık sırf Uykusuz okuyarak bu durumu geçiştiremezdim. O nedenle hafif şeylerle başlayarak haftasonları kitap okumaya çalışıyorum.

Bir soruya tekrar ve tekrar cevap vermeyi hiç sevmiyorum. Karşımdaki beni dinlemiyormuş gibi hissediyorum ki bu durum karşımdaki insanın bana yapabileceği en kaba harekettir bence.

Jerry Maguire ile başladık Jerry Maguire ile bitirelim. "Show Me The Money" ...

21 Mart 2010 Pazar

Tesadüf

Evden çıktığında olacakları bilseydi en azından biraz hazırlıklı olurdu belki. Ama hazırlıklı olsaydı olanlar bu kadar güzel, bu kadar unutulmaz olur muydu. Muhtemelen olmazdı, yada olurdu. Olamamış şeyi olmuş şeyle karşılaştırmak gibi saçma bir huyu ve birde bu durumu açıklamak için durumdan dahada saçma bir açıklama aramak gibi dahada beter bir alışkanlığı vardı.

Neyseki bu alışkanlığı çok fazla kendini gösteren bir durum değildi. Olanlara gelince ise ...

Sabah erken kalmayı sevmezdi. Daha doğrusu tembel olduğunu ve uyumayı sevdiğini bu şekilde açıklamayı daha şık buluyordu.

Bu sabahta her sabahki gibi evden apar topar çıktı. Otobüs durağına giderken ayakkabısının çözüldüğünü fark etti. Birazda ayakkabısına kızarak ve içinden umarım bu nedenle otobüsü kaçırmam diye düşünerek hemen yanındaki banka oturup ayakkabısını bağlamaya başladı. Bu sırada yanında yaşlı bir amca olduğunu ancak amca "merhaba evladım" dediğini fark etti.

Bir anda duyduğu sesinde etkisiyle biraz kekeleyerek amcaya "merhaba" dedi. Amca yeşilçam filmlerinde yardımsever bahçıvanlara benzeyen munis bir yüz ifadesi ile "evladım pastaneden poğaça almıştım. Ama sanırım sıcak poğaçayı görünce dayanamayıp biraz maymun iştahlılık yapmışım. Şu iki poğaça bana fazla geldi. Ama nimet ziyan olsunda istemiyorum. Eğer açsan şunları sana vereyim" dedi.

Evden çıkarken birşey yiyemeden çıkmış olduğundan bu teklif onu çok mutlu etmişti. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile "almaz olurmuyum amca, çok sağol" dedi. Ayakkabısına son düğümü atıp poğaçaların olduğu kese kağıdınıda çantasına koydu. Az önce çözüldüğü için kızdığı ayakkabısına şimdi dua ediyordu.

Sonunda durağa gelmişti. Otobüste yolun karşısında görünmüştü. Bir hışımla elini cebine atıp akbiline uzanmaya çalıştı. Fakat akbil murphy kanunlarının sıkı bir takipçisi gibi cebin en ulaşılmaz noktasındaydı. Bir gözle otobüsün nerde olduğuna bakarken diğer taraftan akbille uğraştığından, akbili çıkardığında elinden düşürdü.

Şansına kızarak akbili içen yere eğildi. Akbili aldıp doğrulduğunda karşısındaki manzarayla nutku tutuldu. Kaç zamandır otobüste her gördüğünde ne güzel dediği kız tam karşısında duruyordu. Normalde onu kendisinden bir önceki duraktan inerken görüyordu. Ama şimdi ayakkabı bağcığı yüzünden geç kaldığı durakta o kızla burun burunaydı.

O tüm bunları düşünürken kız "pardon acaba saat sekiz otobüsü geldi mi" dedi. Hala kız ile bir anda böyle karşılaşmış olduğu için hafif bir şokta olduğundan bir 10 saniye kadar cevap veremeden kızın yüzüne biraz mahçup birazda hayran şekilde bakakalmıştı.

Kızda sanırım bu durumu fark ettiğinden onun yüzüne sıcak bir gülümseme ile bakarak "Pardon sanırım her gün aynı otobüse biniyoruz. Acaba otobüsü kaçırdık mı" dedi. İkinci sorunun içindeki her gün anı otobüse biniyoruz detayı onu bir başka sokar gibi olsada kendini toparlayıp "Hayır hayır otobüs şu anda geliyor bakın" diyebildi biraz sesi titrer halde.

Otobüs durağa geldiğinde yan yana sıraya girdiler. Haliyle otobüste de yanyanaydılar. Yaklaşık 40 dakikalık otobüs yolcuğu boyunca ilk defa yolun daha uzun sürmesi için tanrıya yalvarıyordu. Yol boyunca kızında aslında onunla her gün aynı otobüse bindiğinden bahsetmesi ve ona yakın davranması ayakları iyice yerden kesilmişti.

Kız durağa geldiğinde yarın yine görüşürüz yol arkadaşım diyerek göz kırptığında o zaten bunu anlayamayacak kadar başka bir boyuta geçmişti. Ancak "evet tabi yarın yine görüşürüz" diyebildi zar zor. Kızda onun bu durumun farkında vararak onun bu haline gülerek otobüsten indi.

Bir kaç dakika sonra durağına gelmişti. Otobüsten inerken hala tam olarak kendinde değildi. Ancak midesinde gelen gurultu ile kendine geldi.

O anda aklına çantasındaki poğaça geldi. Kese kağıdı çıkarıp poğaçadan ilk ısırık aldığında hayatın aslında ne kadar ufak tesadüflerle değişebildiğini fark etti. Acaba sabah erken kalkıp ayakkabılarını düzgün bağlayıp kahvaltısınıda etseydi ne olurdu ...

28 Şubat 2010 Pazar

The Greatest Con, That He Ever Pulled... Was Making You Believe... That He Is You

Daha önce burada illaki bahsetmişimdir diye düşünüyorum ama madem başlıkta alıntı yaptık, işi garantiye alıp her şeye rağmen bahsedelim. Guy Ritchie filmlerini severim. Lock, Stock and Two Smoking Barrels dışında (Swept Away'i fasulye sayıp liste dışı bıraktığımı belirteyim) tüm filmlerini izlemişim.

Başlık ise belkide izlediklerim arasında hem benim hemde genel olarak herkesin en zayıf halka olarak gösterdiği Revolver'dan. Fakat işin ilginç yanı bu filmin diğer filmlere göre bence zayıf olmasının en önemli belkide en kişisel olarak insanın iç yolculuğunu anlatan filmi olmasıdır.

Peki ne bu konu ve bu başlığı seçtim. Açıkçası bunda filmi yaklaşık 2 saat önce ilk defa baştan sona dikkatlice izlememin etkisi oldu diyebilirim. Bunun yanında son zamanlarda aklıma takılan bir konu ile bu cümlede anlatılan şeyde gayet örtüştü diye düşünüyorum. Umarım anlattıkça aynı düşünceyi burayada aktarabilirim.

Hayat değişir. Daha doğrusu hayatını yaşıyan bizler içinde bulunduğu durumunda etkisiyle ve yaşanılan tecrübelerinde bu denklemi kenarından köşesinden çekiştirmesiyle değişir. Fakat bazı durumlar vardır hayatta siz değişmezsiniz sadece uyum sağlarsınız. Ama bazen o kadar çok uyum sağlarsınızki o uyumlu halinizi gerçek siz sanmanız söz konusu olabilir.

İşte bu noktada filmde başlıkta kullandığım cümlenin geçtiği yerde kafamda bir ışık yandı. Genelde yazı yazarken çoğunlukla gözlemlerimden yolan çıkarım. Son 5-6 aydır ise nerdeyse aydır bir yazı yazmamın sebebide biraz bu. Zannetmeyin ki blog yazma işinden hevesimi aldım o nedenle bıraktım. Sadece bu dönemde yaşadıklarım nedeniyle daha kapalı bir ortamda yaşadığımdan yeterince gözlem yapamaz oldum.

Bu duruma uyum sağlamamın daha doğrusu bu durumu kabullenir hale gelirken fark ettimki beni sınırlyan bu zorluklar ortadan kalktığında bile hala karşımda o sınırlar varmış gibi hareket ediyordum. Son bir aya yakın zamandır önceki dönemlerdeki baskılı ve stresli ortam nedeniyle kafamı toparlayıp dışarıyı gözlemleyemiyordum. Şimdi ise istediğim huzur ortamına sahip olmuşken bunu yapamadığımı fark ettim.

Daha önce bir yerde okumuştum. İnsan bir hastalığı yada problemi olduğunda (hatta okuduğum yerde bunlara ek olarak bağımlılıkta vardı ama burada o kadar derin bir sorunum olmadığından onu parantez içine sokmak daha mantıklı diye düşünüyorum) tedavinin ilk adımı ortada bir problem olduğunu fark edip bunu kabul etmesiymiş.

Açıkçası son zamanlarda sürekli yorgunluğu bahane edip bu durumu kabullenemiyordum. Ta ki son bir kaç gündür. Bu filmede denk gelmişken bakmamın sebebide sanırım konusu hakkında bildiklerim nedeniyle ilgili durum hakkında bana gözlem yapma şansını verecekti.

Fark ettimki uyum sağlamak için terk ettiğin şeyleri yeniden yapmak uzun süre sonra yeniden bisiklete binmek gibiymiş. Yani işin temelini hala vücur refleks olarak hatırlıyor ama tekrar istediğin düzeyde yapabilmek için biraz antreman yapmak gerekiyor.

Bende bu film sayesinde kafama takılan bir konu hakkında fazlasıyla gözlem antremanı yapma şansı buldum. Hazır eskisi kadar fazla zamanımı toplum içinde geçiremiyorken bu açığı filmlerle kapamak genelde hep güzel sonuç vermiştir her deneyişimde.

Neyse gözlem aşamasından bu kadar bahsettik ama sonuçta neye vardık onu açıklayamadık. Dediğim gibi hayatta uyum sağladığımız roller bazen benliğimize fazlasıyla ağır basıyor. Kim olduğumuzu yada ne yapmaktan zevk aldığımızı unutmamıza neden olabilecek sorumluluklarla karşılaşabiliyoruz bazen. Fakat bunların üstesinden gelip yine olduğun kişi olabildiğinde sanırım gerçekten büyümüş daha doğrusu olgunlaşmış olabiliyorsun. Kendini günün sonunda uyumadan önce kendinle hesaplaşırken bulduğunda hala rol yapmıyorsan hayata karşı önemli bir sınavı geçmiş oluyorsun.

Peki ben bunu başarabildim mi. Ne yalan söyleyeyim. Bu bir anda olacak bir şey değil. Böyle durumlar belli süreçlerde olur süreç boyunca olduğun kişiyi unutmamak ve onu korumak için mücadele etmek gerekiyor. Burada zaman zaman hayat beni pes ettiriyor gibi şeylerde yada ben kolay kolay pes etmem gibi şeylerde yazmışımdır. Ama asıl mevzu bunları demek kadar yapabilmek yani günün sonunda ne yaptığın ve ne olduğun önemli.

En azından bunun farkına vardığımdan şimdi her şeyi dengeleme sürecinde mücadeleme devam ettiğimi düşünüyorum ki buda açıkçası kulağıma oldukça hoş geliyor. İnsan ne yöne gittiğini ve neyle karşı karşıya olduğunu bildiğinde direncide artıyor.

Her neyse lafı bu kadar uzatıp aynı noktada dönüp durmuş gibi oldum az biraz ama en azından uzun zaman sonra tekrar bisiklete binmiş biri gibi yeniden eski alışkanlıklarımı kazanıyor gibi hissediyorum kendimi. Nede olsa eninde sonunda önemli olan bisiklete binip istediğin yere gitmek değil mi. Şimdi gitmek istediğim yöne burnu çevirip pedallara asılmaya hazır hissediyorum kendimi.

6 Ocak 2010 Çarşamba

2010 Ekranı

Habertürk'ün sitesinde 2010'nun ses getirecek filmleri hakkında bir şeyler görünce bende hem orada gördüklerimin bir kısmı emde bunlar haricinde beklediklerimin bir listesini yapayım dedim. Listeyi en çok beklediklerime göre yapmadığımı daha ziyade ilgili haberdeki sıra ve sonrasında aklıma gelme sıralarına göre yaptığımı belirteyim. Filmlerin resimlerini tıkladığınızda fragmanlarına ulaşabilirsiniz.


1) Tron Legacy



Film hakkında fragmandan konusu ile ilgili çok fazla şey anlaşılmayabilir ama yinede bana Aeon Flux'u yer yer hatırlattı. Tabi bu tür film hakkında araştırma yapmadan atıp tutmalar ne kadar isabetli bende bilmiyorum ama ilk aklıma gelenide belirtmeden edemedim. Fakat tam anlamı ile görsel bir şölen olması bile dikkatimi çekmesi için yeterli oldu


2) Up In The Air



Bu senenin önemli oscar adaylarından biri olduğu hakkında bazı şeyler okumuştum. Hava alanı ve uçaklarla çok haşır neşir olması nedeniyle The Terminal'ı ailenin anlamını tam olarak kavramayan esas oğlanı açısından da Cast Away, Family Man ve The Game gibi filmleri hatırlattı. Fragmanıda gayet hoş ve beklenmesi gerekecek bir filmin habercisi gibi.


3) The Lovely Bones



Öncelikle fragmanın başında Peter Jackson'ı gördüğde ne oluyoruz dedim. Kendini özel efektle Gollum fiziğine mi getirdi sandım. Distrcit 9 için yapılan bir kaç röportajında da onu zayıflamış görmüştüm. Ama şimdi daha dikkatli bakınca erimiş resmen dağ gibi Yeni Zelandalı. Neyse sululuğu bir kenara bırakırsak. Önemli bir romandan çevrilmiş çok lezzetli görsel sahneleri olan yer yer gerilim ve dedektifliğede kayan bir drama ile karşı karşıyayız sanırım.


4) Invictus



Clint Eastwood büyük oyuncu olduğu kadar büyük yönetmen olduğunu her çektiği filmde kanıtlamıştı. Bu sefer gerçek hayattan sportif bir hikayeyi konu edinmiş kendine. 1995 Dünya Rugby Şampiyonasında başarıya ulaşan Güney Afrika Milli Takımı ve kaptanının çabaları ile Nelson Mandela'nın ülkeyi bir araya getirme çabaları üzerine oldukça hoş bir film bizleri bekliyor.


5) Iron Man 2



İşte kişisel favorim olan filmlerden biri. İlk Iron Man filminin başarısı nedeniyle bu filmdende son derece umutluyum. Fragmanda Mickey Rourke'un peformansını oldukça beğensemde Whiplash olarak ne kadar aktif bir kötü olacak onu merak ediyorum. Ayrıca sonunda tek sahnede de olsa War Machine'ide gördüm onada ayrıca mutlu oldum.


6) Robin Hood



Russel Crowe rolünün gereklerini (Christian Bale kadar abartmadan tabi) çok rahat yapabilecek bir oyuncudur. Ridley Scott'un aksiyon ve bol kapışmalı filmleri her zaman izlemeye değer olmuştur. Bu nedenle ortaya çıkacak filminde son derece iyi vakit geçirteceğini düşünüyorum. Sanırım senaryo konusunda da bildiğimiz hikayeyi biraz değiştirecekler gibime geliyor.


7) Prince Of Persia: The Sands Of Time



Benim yaşımdakiler için ilk Prince Of Persia oyunu unutulmazdır. Böyle bir oyun efsanesinin filmi sonunda geliyor. Senaryo konusunda çok beklentim yok. Fakat görsellik olarak son derece doyurucu ve hatta vay be dedirtici bir film geliyor demek mümkün.


8) Salt



Bana fazlasıya Bourne serisi ile Wanted'ı hatırlatan bir film olmuş gibi geldi. Angelina Jolie'de Tomb Raider filmlerinden sonra bu tür rolleri çok rahat kıvırabileceğini kanıtlamıştı. Ehh böyle tek kişilik ordu kıvamında ajanların filmleride son derece moda olduğundan bu filmde bu sene dikkat çekecektir.


9) Inception



Christopher Nolan çok fazla film çekmiş bir yönetmen değil. Ama çektiği neredeyse her film ses getiriyor. Özellikle The Dark Knight ile çıtayı öyle bir yere çıkardı ki bu film bence sırf bu nedenle bile dikkat edilmesi gereken bir yapım. Ayrıca fragmandaki görüntülerde hakikaten çok acaip vurucu.


10) Sherlock Holmes



İşte serideki bir diğer beklediğim filmde budur. Guy Ritchie zaten çok sevdiğim bir yönetmendir. Ehhh Robert Downey Jr.'da Iron Man ve Tropic Thunder ile kariyerini yeniden toparladı. Filmde kahramanımızda Sherlock olunca ortaya çıkan karışım muhakkak görülmesi gerken bir fim çıkmış. Özellikle Guy Ritchie tarzı geyikler filmde kullanılırsa çok daha leziz bir film olurdu.


Evet bunlar dışında illaki unuttuğum filmler yada yazmaya üşendiğim filmler vardır (The Legion, Pandorum, yakında gösterime girmiş olan yada girecek olan Zombieland ve Avatar: The Last Airbender) onlarıda boşlamayınız diye uyarımı yapayım ve bu yazımıda noktlayayım.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Alternatif Hayallerdeki Haybeden Alternatifsiz Hayatlara Çoktan Seçmeli Şahitlik Anları

I

Her yılbaşı bari bu seferkinde kar yağsın derdi içinden. Bari bu seferki yılbaşında şu yabancı filmlerdeki tadında bol karlı, kardan adamlı bir yeni yıl ambiansı yaşayayım diye hayıflanırdı. Kafasında bunlar dolanırken dışarı bakmak için cama gitti. Camı açtığında buz gibi hava camdan yüzüne adeta bir tokat gibi çarparak girmişti. Nefesini ağzından verip buhar çıkıp çıkmadığını görmek istedi. Bu soğuk havalardaki en büyük zevklerindendi.

Nefesini verdiğinden ağzından çıkan buhar havada uzaklara doğru bir an süzüldü bir an kayboldu. Evet sıcaklık kar için uygun gözüküyordu. Kararmış havada yıldızlar görünüyor mu yoksa hava bulutlu mu anlamak için kafasını yukarı kaldırdı. Tek bir yıldız ve hatta ay bile gözükmüyordu. Gökyüzünü sanki simsiyah bir yorgan kaplamış gibi görünüyordu.

Saate baktı; onbir buçuğu biraz geçiyordu. Hani yerler diz boyu olmasada arabaların camlarını filan beyaz görse ağaçların üstünde beyaz bir örtü olsa ona yetecekti.

Gözlerini kapadı. Hayale daldı. Gökyüzünden beyaz bir nokta usul usul aşağı düşmeye başladı. Sonra bir tane daha, sonra iki, üç ... böyle devam etti. Birden bire etraf beyaz tanelerle dolmaya başladı. Tıpkı çizgi filmlerde özene bezene çizilen o mükemmel kar taneleri gibiydi bu yağanlarda. Onlar gibi mutlu etmişti en azından onu bu yağış. Bunları düşünürken gözlerini çok fazla kıstığını ve artık şakaklarının acıdığını fark etti.

Gözlerini açtığında hayal ettiği ve en çok arzuladığı şeyle karşılaştı. Gerçi hayalindeki gibi mükemmel taneler yağmıyordu. Daha ziyade minik deterjan gibi ufak taneli bir kar yağıyordu. Ama bu mühim değildi sonunda istediği oluyordu ya gerisi mühim değildi. Saate baktı gece yarısına beş dakika vardı.


II

Hayatla daha dorğusu sorumluluklarla pek arası yoktu onun. Elinde olsa İn To The Wild filmindeki çocuk gibi ilk fırsatta kendini simgeleyen her şeyi yakıp bilinmezlere karışmak isterdi. Yinede yılbaşlarını severdi. Nede olsa yılbaşı demek yeni bir başlagıç demekti. Her sene kendine bir söz verirdi. Bu sene öncekinden farklı bir şey yapacağım diye. Gerçi bu zamana kadar pek sözüne sadık kalamadı. Ama önemli olan o yeni başlangıçları yapabilme umuduydu.

Yaşadığı hayat onu sıktığından yada olmak istediği imrendiği hayalindeki kendisi olamadığından böyle bir umuda bir hayalperestin umuduna bir başka alternatife ihtiyacı vardı belki. Belkide sadece yaşamadığı hayatları kaçırdıklarını kaçırmak istemediğinden bunu yapmak istiyordu.

Artık bu sene kendine dürüst olmak niyetindeydi. Bu sene kendini değiştirmek için verdiği sözü tutmaya daha doğrusu o yaşamadığı hayatlardan en azından birini yaşamak zamandı geldi diye düşündü. Bir an acaba bu durum yılbaşı gecesi alkolün verdiği yüksek cesaretin etkiside olabilir mi acaba diye içindne geçirdi.

Fakat bu sefer farklı hissediyordu. Her sene aynı sınava girip aynı şıkkı işaretleyip aynı notu almaktan bıkmıştı. Doğru yada yanlış artık bir alternatif denemek daha doğrusu yaşaması gerekiyordu artık.

Peki ya şu anki hayatı ne olacaktı. Bir düzeni vardı. Yapması gerkenler yada uğrunda bir şeyler feda etmesi gereken şeyler vaardı. Ama asıl fedakarlık bilinmeyen için bilineni feda etmek şu hayatı farklı kılar diye düşündü. Yıllardır öylesine dediği şeyler sonunda kendine bir anlam ifade etmişti.

Bilgisayarının başına oturdu. Bir dünya haritası açtı. Gözlerini sımsıkı kapadı. Hayaller aktı aklından gözlerine, o sırada parmağını kaldırdı ve bilgisayar ekranında herhangi bir yere dokundu. Gözünü açtı. Gördüğüne gülümsedi ve bir havayolu şirketinin sitesini açtı.


III

Kalablıklar içinde olması yanlız olmasına engel değildi. Etrafından akıp geçen insanlara bir dekor muamelesi yapıyordu. Bazen dünyadaki son insan olduğunu sanıyordu. Fakat bu fikir onu asla korkutmuyordu. Bilakis bu düşünce bu hayal onun hayatına devam etmesini sağlıyordu.

Yinede bu dekor dediği insanlarla arasında mesafeler olsada bazen onlara misafir oluyordu. Daha doğrusu onların hayatlarına misafir olmayı, onların yaptıklarını izlemeyi seviyordu. Sanki karşısında devasa bir sinema perdesi vardı ve oda çok gerçekçi bir film izliyor gibi hissediyordu.

Dünya üzerinde kalan son insansın kendini yanlız hissetmemesi için herhalde bundan daha iyi bir eğlence bumlası pek mümkün değildi.

Yine bir yeni yıl arifesinde canı başka insanların hayatına şahit olmak istemişti. Halbuki tek başına sessiz sakin sahilde kapkara denizin adeta bir karadelik gibi parlak şehir ışıklarına karşı durmasını izleyerek yeni yılı karşılamayı hayal ediyordu.

Fakat hayatın güzel yanıda belkide buydu. Hiç bir zaman her şey planlanarak hareket edilemiyordu. Süpriz olgusu hayatı eğlenceli yapıyordu.

Şimdiden sahile inmişti bile ama içindeki o bastırılamaz istek sağolsun gerisin geri kalabalık caddelere vurdu kendini.

Caddeler ahh o kalabalık caddeler. Gerçektende çok kalabalıktı ama o kadar insan arasında çok az izlenmeye değecek hikaye vardı. Şahit olunmaya değecek bir hayat arıyordu yana yakıla. Tam o sırada yanından biri geçti. O kadar dalgındı ki neredeyse ona çarparak geçecekti. Önce kesin sarhoştur bu dedi ama yürüyüşü hiç sarhoş gibi değildi.

Kafası başka bir yerde olmalıydı yoksa bir insan bu kada bilinçsiz bir şekilde bir yere böyle gidemezdi. Aradığı şeyi bulduğuna kanaat getirdi. Artık aradığını bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla takibe başladı.

Daha önce fark edememişti fakat bu yollar kendisine çok tanıdık geliyordu. Çünkü bu yoldan az önce geçmişti. Takip ettiği onun geldiği yere sahile gidiyordu. Bu onu dahada çok şaşırttı. O sahile sık sık inerdi ama ilk defa birinin oraya kendisi gibi yanlız kalıp şehrin akıp giden hayatına şahitlik etmeye gelen bir başkası olabileceğini düşünmeye başlamıştı.

Bu düşüncelerle adımları yavaşlamışken takip ettiğinin aksine hızlanmaya başladığını fark edince oda hızlanmaya başladı. Hani o koşturup giden dönüp arkasına baksa kendini takip eden birini görüp korkabilirdi. Fakat bu umrunda değildi. Merakı onun her şeyi göze alabilecek hale getirmişti.

Tüm bunlar olup biterken sahil görünmüştü. Yolun sonu gelmişti. Artık merakı en son raddeye varmış neler olduğuna bir an önce şahit olmak istiyordu. İzlediği cebinden ufak bir şişe çıkardı ve bir yudum aldı şişeden sonrada yılbaşına dakikalar kalmışken manzarayı seyretmeye daldı.

Artık yanına gitmesi gerektiğini fark etti. Sahilin başından yavaş yavaş onun oturduğu banka ilerledi. Şehre şahit olmak için bundan güzel yer bulunamaz herhalde dedi. Bankta oturan biraz şaşkın birazda korkmuş şekilde başını kaldırıp bunu benim dışımda düşünen olmaz şu dünyada bir tek ben varımdır sanıyordum. Şu dünya sanıdığım kadar büyük değilmiş dedi.