26 Ağustos 2008 Salı

Değişim Sancıları

Bu yazın ortasından beri hayatımda geri dönülemez değişiklikler oldu. Bu durumu nasıl karşılayacağımı açıkçası bende tam olarak bilmiyordum. Her ne kadar değişim diye bahsedince olay kulağa hoş gelsede her değişim o kadar hoş nedenlerden kaynaklanmayabiliyor.

Daha spesifik olmam gerekirse hem iyi hemde şok edici olaylar beni değiştirmeye karar verdi diyebilirim. Öncelikle iş hayatına girmemle son 5 yıllık sabahlara kadar uyanık durup öğlene doğru kalkan hayatında değişik hobilere ve etkinliklere yer verebilecek hayat tarzıma veda etmem gerekti. Ardından ise hayatımda bana en yakın 3-5 insandan biri olan ananemi kaybettim. Kendisi hayatımın her döneminde yeri olan biriydi ve artık onun bizle beraber ol(a)maması kabullenmesi en zor değişiklik oldu.

Aslına bakarsanız hala bu iki olayın etkisinden kurtulabilmiş değilim. Hala kendimi toparlayıp bu yeni duruma uyum sağlayamadım. Daha ziyade kendimi uyuşmuş gibi hissediyorum. Olanlara karşı isyan edip masaya yumruğumu vuracak gücü bulamıyorum ama bu duruma alışmayıda henüz başaramadım. Sadece günlük yapmam gerekenleri yapıp akşamları biraz tv izleyip gidip uyuyorum.

Uykularım ise eskisi gibi değil. Artık sadece yorgun bedenimi dinlendirmek için yatağa uzanıyorum. Eskisi gibi hayal kurup saatlerce vakit geçirmeyi beceremiyorum. Sanırım alışmadan önce bu duruma isyan edip biraz ruhsal kargaşa yaşayıp her şeyi yıkmam gerekecek gibime geliyor. Sonrasında ise sıfırdan yeni bir düzen kurup hayatıma devam edeceğim gibime geliyor.

Peki bunu nasıl yapıcam yada bu isyan ve kargaşa hallerinde ne halde olacağım neler yapacağım bu sırada sevdiklerimi kıracak mıyım? Bunları pek bilmiyorum ama bunları düşününce korkmadanda edemiyorum.

Buradada yazmıştım, yakın zamanlarda kafasal olarak karanlık bir dönemden geçmiştim. Ama şimdi hayatımın, yaşam tarzımın temellerinden sarsılması yepyeni bir hayat şekline geçmek. Sevdiğim şeyleri yapamamak yada sevdiğim kişileri sonsuza kadar göremeyeciğimi bilmek bu gerçeklerle yaşamak ağır geliyor. Ama sanırım benden beklenen bu durumla yüzleşip bu yeni engeli aşmak olacaktır. En azından yapmak için kendimi en çok motive ettiğim olay bu alışma ve kabullenme durumu olacak.

Fakat bu hayatımda daha önce hiç yaşamadığım bir deneyim. Doğaçlama yapmayı her ne kadar sevsemde hayatımda önümü bu kadar göremeden ilerlediğim bir dönem olmamıştı. Bu beni endişelendirsede sanırım bu yeni mücadeleyi kabullenip bunun için ne yapmam gerekiyorsan onu yapmaya çalışacağım.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Post-İt Notları

Bu aralar hep diyorum ya kafamda çok fazla şey var. Bir türlü yapmak istediğim tek bir konuya yoğunlaşıp üstüne gidemiyorum. Sonunda bu durumdayken kafamda denemek istediğim bir tarzı denemeye çalışacağım.

Madem tek bir şeye yönelik bir konuya yönelemiyorum, bende aklıma ilk gelen konu başlıklarını tıpkı post-it kağıtlarına yazılan küçük notlar gibi sıralamayı denemek istiyorum. Zaten lafı toparlayacak gibi değilim kafamdaki planda bu konseptte en azında aklıma takılanları sıralayayımda belki orataya çıkanlardan bir şeyler aklıma eser.

Neyse haydi başlayayım;


- Bu aralar dikkatimi çekiyor ne zaman DVD satan bir yere gitsem indirim havuzlarında muhakkak izlemek istediğim bir filmi bulabiliyorum

- Son zamanlarda kendimi en çok iş çıkışı MP3 Player dinleyerek eve dönerken özgür hissediyorum. Sanki yarın tüm yaptıklarımı tekrar yapmak zorunda değilmişim gibi hissediyorum.

- Hayatımda ilk defa son bir aydır erken kalkmayı dert etmiyorum.

- Son zamanlarda pek çok istediğim şeyi yapabilecek güçte olmama rağmen pek onları yapacak motivasyonu bulamıyorum.

- Üzerimde nedenini tam anlayamadığım bir asabiyet var. Eskisi kadarsabırlı olamıyorum. Sevdiğim insanları kırmaktan korkar oldum.

- Kravat bağlamayı liseden sonra yeninden öğrendim ama fark ettimki hala kravattan nefret ediyormuşum.

- Zaman zaman kendimi hiç sevmediğim karşısındakine ders veren adam halinde görüyorum. Acaba asabiyetimin kaynağı bu ruh haline büründüğümü anlamam olabilir mi?

- Dark Knight'ta Christian Bale'in Batman olduğunda kullandığı o ses nasıl bir sestir öyle. Suçlu olsam o sesten sonra tövbe ederim.

- Heath Ledger'ın Jokeri Jack Nicholson'ın jokerini döver hatta daha doğrusu işkence ederek öldürür diyebilirim.

- Bu yaz amma çok süper kahraman filmi vardı. Hemen hepsindende memnun kaldım.

- Şu Vodafone'un reklamları ne kadar eğlenceli oluyor yav.

- Klavyede bir şey yazarken neden çoğunlukla basmak istediğim harfin yanındakine basıp alakasız bir şeyler yazıp duruyorum.

- Saw (Testere) serisinde ne kadar iğrenç işkence teknikleri olabilir ve bunları neden bu kadar gözümüze sokarlar.

- İğrençlik ile korkutuculuk aynı şey değildir. İğrençeleşerek korkutmak kolaydır.

- Matt Barlow'un sesi neden bu kadar muhteşem

- Ben neden Anti-Hero olarak nitelendirilen şartların ve durumun sonucunda istemeyerek kahraman olanlara karşı bir sempatim var.

- Neden Nescafe'den hoşlanmıyorum?

- Hayatta her şeyi neden düzenli bir şekilde yapmak zorundayım. Düzenli olmayı sevip düzenlemekten hoşlanmayan biri olarak bu metaforun içinde olmaktan hoşlanmıyorum.

- Sky is the limit lafından çok hoşlanıyorum.

- Mücadele etmeyi seviyorum, ama her zaman mücadele etmeye değecek hedefleri bulamadığımdan değmeyecek işler için değmeyecek çabalar gösterip duruyorum.

- Doğaçlama yapmak çoğu zaman planlı hareket etmekten çok daha zevkli oluyor.

Sanırım ilk deneme için bu kadar ufak not yeter. İlerde bunu dahada uzatma ihtimalim oldukça kuvvetli gibi görünüyor. Hem basit hemde eğlenceli bir süreçte hazırlanabilir gibi bir havası var.

21 Ağustos 2008 Perşembe

İskele Önünde On Dakika

Havada sanki titrek bir esinti vardı. Dalları bu sıcakta kuruyup kalmasınlar diye bir annenin çocuğuna yemek yedirirken kaşığı üfleyerek soğutması gibi serinletiyorlardı. Bu havada doğanında kendine bir yerde anne şefkati göstermesi gerekiyordu. Aslında insan böyle söyleyince doğa ana kavramı çok daha anlamlı ve kulağa hoş geliyordu.

Derken bu esinti ile dallarda kuşlarda serinlemeye başlayınca onlarında keyifleri yerine geldi. Adeta bu esintiye teşekkür etmek için çok candan ve neşeli şakıyorlardı. Az önce sıcaktan bir oraya bir buraya koşuşturup kanatlarını açıp kapatıp serinlemeye çalışan kuşların şimdi dallardaki yuvalarında bu hale gelmelerini görmek bile başlı başına günün iyi geçmesine yetecek bir işaretti.

Her ne kadar bu tür işaretlere inanan biri olmasada o ağaçlar ve kuşlar gibi rüzgarla rahatlaması bile içinde bu günün çok güzel geçeceğine dair bir iyimserlik yaratmıştı. Halbuki evden çıkarken böylemiydi. Yüzü asık, yorgun ve uykusuz haliyle adeta ben bu saatte ne yapıyorum dışarda der gibi duruyordu.

Ama hayattaki şu tatlı süprizler onun bu nemrut halini bile yumuşatabilmişti. Bunları düşünürken birden aklına güneş ve rüzgarın iddiaya girdikleri hikaye geldi. Güneş ve rüzgar gökyüzünde muhabbet ederlerken aşağıdan geçen üstü paltolu ve eli şemsiyeli bir adam görmüşler. Birden rüzgar atılmış; "eee güneş efendi var mısın benle iddiaya" demiş. "Ne için iddiaya gireceğiz" demiş güneş. "Şu altımızdan geçen adamın üstünden en çok elbiseyi çıkarmak için iddiaya gireceğiz. Kazanan daha güçlü olduğunu kanıtlayacak" diye anlatmış durumu hınzır rüzgar (vay anlatmaya başlayınca pek bir çocuk masalı tadında oldu) Güneşte iddiayı kabul etmiş ve ilk rüzgarın başlamasına izin vermiş.

Rüzgar tüm gücü ile üflemiş, püflemiş adamı bütün gücü ile çarpmış. Ama adam rüzgarı yedikçe üstündekileri çıkarmak bir yana, üzerindekilere daha çok sarılmış. Rüzgar elbiseleri üzerinden atmak için daha güçlü üfledikçe oda daha çok üstündekilere sarılmış. Sonunda rüzgar pes etmiş ve "hadi seni görelim" demiş güneşe.

Güneş ise tatlı tatlı sıcaklığını arttırmış. Adam sıcakladıkça üstündekileri çıkarmış. Sonunda sadece kısakollu gömlek ve pantolonla kalmış. Rüzgar yenilgiyi kabullenmiş ve güneşin önünde saygı ile eğilmiş.

Sanki bu hikayeden ders alan rüzgar bugün o hikayede yaptıklarını tamir etmek ister gibi gücünü hoyratça değilde şefkatlice üzerimizde kullanıyordu. Bu sırada rüzgar birden deniz tarafından esmeye başladı. Böylece demin serinleten o hafif esinti şimdi tuz kokulu biraz daha güçlü bir melteme dönüşmüştü.

Artık sabahki huysuzluğu bir kenara baya baya keyifli ve erken kalktığı için memnun biri olmuştu. Bu arada uzaktan bir ses duyuldu. Bu yaklaşık 10 dakikadır gelmesini beklediği vapurun iskeleye yaklaşmadan önce çıkardığı sesti. Birden kendine geldi. Sanki bedensiz olarak o ağaçların dallarında kuşlarla dolaşıyorken birden hiçte alışık olmadığı kravatlı resmi kıyafetli bedeni ile iskelenin ağzında buldu kendini.

Yinede gülümsüyordu. Nasıl gülümsemesinki doğanın şefkati bugün onla beraberdi besbelli.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Bir Film Çek Pişkin Olsun

Seçim yapmak, hmmm sanırım bu onun en sevdiği şey sayılmaz fakat hayatta öyle anlar gelirki hiç bir şey yap(a)mamak bile başlı başına bir seçim olur. Hem onun hiç bir şey yapmamaya bir niyeti yoktu. Sadece yapılacak en doğru şeyi bulmakta zorlanıyordu.

Hayatta daha zor daha karmaşık ve en önemlisi verilmesi çok daha zor kararlarda vardı ama yinede buda çok boş bir şey değildi be en azından onun için değildi. Aslında başka durumlarda bu durum son derece tırt bi r konu sayılabilirdi onun için. Ama diyorum ya şartlar onu öyle bir duruma koymuştuki bu tırt durum ona içinde çıkılması zor bir ironiye dönmüştü.

Havanın sıcaklığı durumu kolaylaştırmıyordu. Etrafına bakındı. Önünde izlemek için seçmeye çalıştığı filmler duruyordu. Birden aklına ne kadar çok opsiyon varmış fikri aklında belirdi. En güzeli her bir ihtimali ortaya koyup sonunda bir şeylere karar vermeye çalışmak en iyi yolmuş gibi göründü.

Aslında tüm filmleri izlemişti ve işini hem kolaylaştırıyor hemde zorlaştırıyordu. Kolaylaştırıyordu çünkü sonuçta ne seçecekse seçsin sonunda bir süprizle karşılaşma durumu olmayacaktı. Zordu çükü yine hangi filmi seçerse seçsin işin içinde hiç bir süpriz şansı kalmayacaktı. Her neyse bunun üstüne daha fazla felsefe yapmasının durumuna bir yararı olmayacaktı. İşe koyulma vakti geldi.

İlk seçenek Hot Fuzz'dı. İyi bir İngiliz aksiyon-komedi filmiydi. Kendisini ciddiye almayan insanı güldüren ve buna ek olarak vay anasını dedirtebilecek sahneleri ile iyi bir seyirlikti. Hele hele Memur Angel'ın Londra yolundan geri dönmeye karar verdiği ve süper karizma bir süper polise dönüştüğü andan isimlerin aktığı son sahneye kadar olan yaklaşık son 30 dakikalık kısım insanı kendinden alıyordu.

İkinci seçenek yine bir İngiliz filmi olan Snatch'ti. Jason Statham'ı dünya genelinde ilk dikkat çektiği filmlerden biri olması haricinde ilginç kurgusu ve süper eğlenceli senaryosu ile çok güzel bir filmdi. Özelliklede filmin içine zekice yerleştirilmiş sayısız komik yada izlerken sırıtmanıza neden olacak bir ton diyalog ile oldukça çekici bir filmdi aslında.

Seçeneklerde İngiliz olmayan ilk film ise Quentin Tarantino'nun alameti farikasının ürünü olan Pulp Fiction'dı. Aslında bu filmi sırf Samuel L. Jackson'ın infaz sahnelerinin önceden incilden alıntılar yapması nedeniyle bile izleyebilirdi. Bu yetmezmiş gibi John Travolta ve Umar Thurman'ın dans sahnesi yada Bruce Willis'in Ving Rhames'i dükkanın alt katından kurtarmak için samuray kılıcını kapması gibi klasik sahneler içermeside cabasıydı.

Son olaraksa kişisel favor filmlerinden Constantine vardı. Bu filmde Peter Stormare'nin Lucifer performansı bile günde 15 defa izlenebilecek cinstendi. Bununla beraber Constantine'in hayatı ve üzerine yüklenen görevi umursamayan hali ve tavrının bir çekiciliğide yok değildi. Ayrıca yan rollerde zengin kadrosu ile ve gerçekçi ve çarpıcı cehennem tasviri ile görüntü ve senaryo bakımındanda ortalamanın üstüne bir filmdi.

Tüm bunları sayarken yaklaşık bir 30 dakika geçmişti. Ayrıca böyle liste yaparken aklına Along Comes Polly filminde Ben Stiller'ın oynadığı karakter aklına gelmişti. O karakterde bir sigorta satıcısı olarak hayatındaki bazı durumların eksilerini ve artılarını bir liste haline getiriyordu. Keşke o filmde arşivinde olsaydı.

Bak şimdi. Zaten saatte baya oldu, bu saatten sonta filmde izlenmez en iyisi çıkıp şu Along Comes Polly'i bir yerlerden bulup alayım diye düşündü. Evet sonunda karar vermişti. Hayatındaki en tırt durumlardan birinde bile karar vermek bu kadar uzun sürmüş olmasını pek kafaya takmadan cüzdanını aramaya koyulmuştu.

14 Ağustos 2008 Perşembe

I Have A Dream

Başka insanlar için ne ifade eder tam olarak emin değilim ama ben hayal kurmayı severim. Hatta bana hayalperest bile dense (Bunca zamandır iyi kötü bir şeyler karalayan biriyim daha önce hiç bu kadar direk konuya girebildiğimide hatılamıyorum. Böyle bir dip notuda buraya düşmeyi uygun buldum) yedirdir. Belli bir yaşa kadar bunun çok faydasınıda gördüm. Hayatta başkalarının şüpheyle yaklaştığı şeyleri bu sayede ben hep neden olmasın diye düşünerek kafamda senaryolaştırdım.

Çoğu zaman basit bazı zamanlarsa ise hayatımın geri kalanını etkileyecek şeylerdi bunlar. Basit olanları genelde gerçeğe çevirebildim. Ama asıl zor olanalar gerçekleşselerde gerçekleşmeselerde bende ve ruhumda unutulmaz izler bırakmış. Beni ben yapan hayat tecrübesinin en temel parçası olmuştur.

Neler başardım neleri başaramadım diye bir liste yapmaya niyetim yok. Daha ziyade gece gece bunu bana yazdıran motivasyonun (ki benim yazı yazmamda bu motivasyon ve ani refleksif hareketler hep kilit rol oynamıştır) yani benim en değerli özelliğimin hem giderek körelmesi hemde kalan son kısmınında bana çoğunlukla acı vermesi durumundan bahsetmeye niyetliyim.

Hayatımda ruitne girdiğim çok zamanlar oldu. Ama şu son bir ayda hayatımın geri kalanın büyük kısmınında rutin olacak yaşam tarzına adapte olmakla uğraşmaya başladığımdan beri işler önceki zamanlara benzemiyordu. Eskidende hayal kuramadığım ve tıkandığım dönemler olurdu. Ama bu sefer durum daha farklı hayal kurmak isteyipte kuramama durumunda ziyade hayal kurma isteğimin olmaması en büyük sorunum.

En sıkıldığım anlarda yada en hayatın üzerime geldiği anlarda hayal dünyam benim kaçıp saklanmaktan en çok zevk aldığım yerdi. Hatta sırf bu nedenle orada iyi yada kötü ne düşüneceğimi planlamaz kendimi bilinçaltıma bırakırdım. Şimdi ise sıkıldığımda boş gözlerle duvara yada pencereden dışarıya bakıyorum. Aklımdan en ufak bir şey bile geçmiyor. Bu boşluktan bunalıp sıkıldığım işe geri dönmeye başlıyorum.

Hayal kurabildiğimde ise daha önceden bilinçaltıma tanıdığım o serbestlik beni arkadan vuruyor. Ya bu aralar kızdığım hatta öfke duyduğum şeyler gözümün önünde beliriyor yada sonunda üzüleceğim durumları görür oluyorum. Bilinçaltımda nedenini henüz bulamadığım bir öfke ve hayata isyan etme isteği var. Normalde bu duyguları her zaman azda olsa taşırdım. Ama bu son zamanlarda daha önce hayatım boyunca hissetmediğim kadar güçlü hissediyorum. Hatta bu hissimi haykırarak dünyaya duyurmamak için kendimi zor tutuyorum.

Bunca zaman hayata karşı pes etmeden mücadele edip, mümkün olduğunca kendim için olmasa bile etrafım için pozitif düşünmeye çalıştıktan sonra artık gördüğüm yada başıma gelen her şeyden sonra gözümü kapayıp bir anlık için bile bilinç altıma gittiğim anlarda içimde bir ateş yanıyor. Bu ateş öfkeden beslenen bir ateş hayata olan bitene en basit şeylere bile karşı anlaşılamaz ve çok yoğun bir öfke bu.

Asıl anlamadığım hayatımı düzene sokmaya başladığım bir kaç trajedi yaşasamda hep hayalini kurduğum şeylere sahip olmaya başladığım şu dönemde hayatla çok daha barışık olmam gerekirken ben hiç olmadığım kadar agresif hareket etmeye meyilliyim. Sırf bu ruh hali nedeniyle zaman zaman insanları kırmamak için onlardan uzaklaşıp kendim ile kavga ediyorum.

Hayat neden böyle, gece neden ay parlamıyor, yıldızlar neden sönük yada çok basit yada gereksiz şeyler bile sinirden delirmem için yetiyorda artıyor. Eskiden hayal dünyamdayken attığım stres sanki o dünyada birikmiş ve şimdi bütün hiddeti ile tekrar bilinç üstüme çıkmak istiyormuş gibi hissediyorum.

İnanın bana bu durum fiziksel herhangibir işten çok daha fazla insanı yıpratıyor. Hatta işte kafamı sürekli başka şeylerle meşgul ettiğimde daha kendimde gibi hissetiğimi bile söyleyebilirim. Ama yanlız kaldığımda nedense bu durum artık eskisi kadar hoşuma gitmezken kalabalıklar karışmakta eskiden geldiğinde çok daha fazla itici gelme başlıyor.

Umarım tüm bunlar sadece adaptasyon ve uyum süreci ile bu süreçte yaşadıklarımında şok üstüne bir şok daha yaratmasından kaynaklanıyordur. Çünkü içinde bulunduğum durumun kalıcı olmasını isteyeceğimi yada bu halime alışabileceğimi pek sanmıyorum. Daha doğrusu böyle hayal kurmayan agresif ve ruhsuz bir adam olmak istemiyorum.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Geç Kalma Hakkında Geç Kalmış Bir Yazı

Kafam inanılmaz dolu aslında yazmak istediklerim çok fazla şey var. Ama şu aralar kafamı toparlayamıyorum. İş bulmam, hayatımda bana en yakın insanlardan olan Ananemi kaybetmem gibi çok fazla olay üzerimde bıraktı. Ama bu konuları hakketikleri kadar kafamda düzenlemeden bu konuları yazmak istemiyorum. Fakat gelin görün ki bu durumda beklemekte konunun kafamda tazeliğini kaybetmesine neden oluyor. Kafamda bazı şeyleri çok fazla tuttuğumda ne yazıkki onları kafamda tutmamın asıl nedenini unutur onu başka nedenlerle aklımda tutmaya başlarım. Buda olaya başladığım noktada yapmama engel olur ki bu konulardada bunun başıma gelmesini istemiyorum.

Bu noktada hem biraz kafamı toparlamak, hem bir şeyler yazabilmek ve hemde yazmaktan konu alacağım bir şeyi ele alayım dedim. İşte bu noktada yukardaki girişi planlarken aklıma gelen konuya geçiş yapayım.

Efendim başlıktanda anlayacağınız gibi konu olarak "geç kalmayı" ele almaya çalışacağım. Hayatta zamanlama yada en azından bazı şeyleri doğru zamanda yapabilmenin önemli olduğuna inanırım. İşte belki bu yüzden bazen kendimi bazı şeyleri yapmak için zorlarım. Ama bunu yapıncada ortaya çıkan iş insanı memnun etmeyebiliyor. Ama hangisini tercih edersin derseniz ben geç kalmamayı seçerim.

Geç kalmak yaptığın şeyleri düzeltmek için zaman tanımaz ayrıca insanın aklında keşke zamanında yapsaydım fikrinin takılı kalmasına sebep olur. Ayrıca etrafındakiler tarafından sürekli her yaptığı işte geç kalan biri olarak tanınmak pekte güzel olmasını isteyeceğiniz bir durum değildir.

Birde tabi bir şeyi fazla kafamda tuttuğumda ona eklediğim yada çıkardığım şeyler yüzünden işin özünü kaçırabilme durumum varki geç kalmakla ilgili en ciddi sorunumda budur. Hayatta özellikle fikirlerin en saf ve en sizi anlatan hali aklınıza ilk düştüğü andır. Bu hali her zaman en doğrusu sayılmaz belki ama benim gibi biri için çoğu zaman işin temeli o andaki fikirdir. Üstüne birşeyler ekleyip onu daha komplike hale getirmek ne yazıkki o fikri her zaman mükemmelleştirmiyor.

Hayatında mükemmellikten ziyade efektifliğe inanan biriyseniz bu noktada fikirlerinizde basit ve sorunlarınızı en çabuk şekilde çözen şeyler olmasını istersiniz. İşte bu nedenle aklınıza gelen fikir sorunu en basite indirgeyip bulduğunuz çözümdür. Yani benim anlayışımda en iyi çözümdür.

İşte geç kalmamak benim için belki biraz bu konular nedeniyle benim için önemli. Bu konu hakkında aha çok şey yazabilirim ama kafamı bu aralar toplayamıyorum. Zaten bu yazıyıda tamamen ani gelen bir refleks/ilham ile yazdım. Muhtemelen normal zamanımda yazsam bu nedir böyle derdim bu nedenle okuyacak olanlardan şimdiden özür diler. İlerde kafamda fazla tutup üzerine çok kafa yormamaya çalıştığım şeyleri yazmak için elimden geleni yapacağım konusunda söz veriyorum.

10 Ağustos 2008 Pazar

He's Not Hero, He's Something Else

Normalde bu blogu açarkende yazarkende spordan ve sinemadan bahsetmeyi planlamıyordum. Ama Dark Knight öyle bir filmki ona özel bir yazı yazmak pekte yanlış olmaz herhalde diye düşünüyorum. Aslında yazmak istediğim çok farklı şeylerde var ama ne yazıkki yazacak zamanım yok. Daha doprusu kafamı toparlayıp bu klavyenin başına oturamıyorum. Ama bu Dark Knight değerlendirmesini forumlarda film hakkındaki düşüncelerimi yazarken ortaya çıkardım. Sonunda yazdıklarımı görünce burayada koymanın mantıklı olacağına kanaat getirdim. En azından burasıda sahipsiz kalmamış olur.

Bilindiği üzere Batman Begins ile Joel Schumacher'in rezil ettiği Batman serisi onun yarattığı saçma aşırı süslü sirk havasındaki dünyadan kurtarılarak. Tam tersine daha gerçekçi, daha elle tutulan ve elbette daha karanlık (Tim Burton'ın Batmanlarindeki gibi teatral bir karanlık değil kastım. Gerçek anlamda kasvetli ve soğuk bir Gotham var artık) bir hala büründü.


Yeni Batman serisinde ilk filmin ana teması korku ve korkularla yüzleşmekti. Bu bağlamda Bruce Banner kendi korkuları ve suçluluk duygusu ile savaşmak için dünyanın dört bir yanında bir süre olaya karışmış. Sonunda da Ra's Al Ghul ile tanışarak zaten sahip olduğu yeteneklerini iyice geliştirmişti. Filmin sonunda ise dost düşman olmuş Batman ve Gotham'ı en büyük kabusları ile vurmaya çalışmıştı.


UYARI BU KISIMDAN SONRASI DARK KNİGHT HAKKINDA SPOİLER İÇERİR


Dark Knight'ta ise bu sefer artık kahramanlık konusunda epey yol alan Batman Gotham mafyası ile savaşamaya devam etmektedir. Mafya ise Batman ve Teğmen Gordon yönetimindeki özel kuvvetler nedeniyle git gide güçten düşmektedir.


İşte bu noktada kötülük nasıl kendisine bir düşman yarattıysa kötülüğün üstüne giden Batmanda mafyanın bile korktuğu birinin öne çıkmasını neden oldu.


Bahettiğim kişi elbetteki Joker oluyor. Joker hakkında konuşmadan önce Tim Burton'ın ilk Batman'i izleyenlerin bildiği şakacı, komik hatta yer yer insanın seveceği Joker'i unutamnızı tavsiye ederim. Nolan'ın Jokeri her ne kadar eski Joker gibi iyi bir espri anlayışı sahibi olsada kaostan ve yıkımdan beslenen biri olarak. İnsanın karşısına çıkabilecek en kötü düşman tarzını yansıtıyor. Hiç bir ahlak anlayışı, dostu yada sağ kolu olmayan adamlarını rahatlıkla harcayabilen bir adam olduğundan onu ne kadar köşeye sıkıştırırsanız sıkıştırın asla ona istediklerini yaptırmanız mümkün değil.


Zaten film boyuncada Batman'in bu dezavantaj ile mücadele ettiğini söyleyebiliriz. İnsanlara sadece korku ve karmaşa yaşatmak isteyen ve sadece bu amaçla suç işleyen biri olarak Joker'in bu tehlikeli ve psikopat ruh halini Heath Ledger inanılmaz yansıtmış diyebilirim. Özellikle sorgu odasında Batman ile karşılık olarak konuştukları sahne ve Harvey Dent'i hastanede ziyaret ettiğinde onla yaptığı konuşma ve yüzündeki yara izleri hakkında sürekli değiştirdiği hikayeler özellikle bu ruh halini mükemmel destekliyor.


Bunun haricinde kaç arkadaşını öldürdüğünü sorduğu polisi sabrının sınırlarına kadar zorladığı sahne yada Gordon'u alkışladığı sahneleride buna ekleyince karşınıza Anthony Hopkins'in Hannibal Lecter'ından beri gelmiş geçmiş en iyi kötü adam performansı çıkıyor.


Bunun yanında bu filmde öne çıkan bir diğer karakter ise Savcı Harvey Dent oldu. Hatta filmin merkezinde onun olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü Batman ilk filmde Rachel'in söylediği bu şehrin bir gün Batman'e ihtaycı olmazsa beraber olabiliriz sözü onu bir anca önce şehri temizlemeye motive ediyor. Bu nedenle şehrin kurtarıcısı olma işini Dent'e bırakmaya dünden razı (ki filmin sonunda Batmani asıl kahraman yapacak olanda aslında bu düşüncesi olacak) öte yandan Joker ise şehrin umudunu kendi gibi bir ucube olan Batman'den ziyade elle tutulan gerçek biri olan Dent'in temsil etmesini istemediğinden onu Gordon değimi ile White Knightlıktan Two Face'liğe indirgemeye çalışıyor.


Özetle bence filmin ana mantığı Batman ve Joker'in Dent üzerine oynadıkları oyunlar oluyordu. Ama insanları sınırlarına kadar zorlamaktan çekinmeyen ve hiçbir kuralı olmayan Joker Rachel'ı öldürüp Dent'in yüzünün yarısının yanmasına neden olduğunda bu savaşıda kazanmış oluyor.


Dent bu iki felaket ve yanıkların verdiği acı ile akıl sağlığını kaybediyor ve bildiğimiz Two Face'e dönüşüyor. Bu yarada yeri gelmişken belirteyim yüzünün yanan yarısı cidden inanılmaz olmuştu.


Fakat Batman kaybettiği bu savaşın sonuçlarını kabul edip, Dent'in işlediği suçları üstüne alıp onun ölümünden sonra şehrin umudunu simgelemesini sağlayarak şehrin asıl ihtiyacı olan kahraman olduğunu yani kara şovalye olduğunu gösterdi.


Özetle film İMDB'deki gelmiş geçmiş en iyi film oylamasında ilk sırada olmayı hakkediyor mu bilemem ama o listede ilk onda muhakkak bulunacak bir film olmuş. Zaten yapılmış en iyi çizgi roman uyarlaması olduğunu bile söylemek mümkün olduğundan yılın en iyi filmi olduğunu belirtmeme gerek varmı bilemiyoryum.