25 Kasım 2009 Çarşamba

Post İt Notları #10

- Şu Defacto markasının tutumunu anlamıyorum. Jean denilen şeyin her daim vücuda yapışan ve hareketi engeleyen bir yapıda olduğu iddiasını düzenli olarak kullanırlarken acaba geniş kesim lycralı kotlardan haberleri varmı merak ediyorum. Bir önceki reklamları Jean, Amerika'nın şalvarıdır kampanyasıda en az şu anki kadar berbattı bence.

- Bir diğer saçma bulduğum reklamda şu Sensodyne diş macunu reklamında sözde fikirleri sorulan bay ve bayan kullanıcılar. Her nedense her iki reklamda da ürünü öve öve bitiremeyen bu arkadaşların hem tarzları hemde ürünü anlatış tarzlarından yapaylık akması beni sinir ediyor.

- 2012 gibi yönetmeni kötü bir filmin rekor bir giriş yapmasını anlayamadım. Tamam özel efektleri inanılmaz derecede görkemli ve sahici fakat yönetmen Roland Emerich gibi bir klişe kullanım uzmanı olunca her ne olursa olsun işin sonunda kahraman Amerikalı bilim adamı, babacan başkan ve alaycı, dikbaşlı ve hatta gıcık silahlı kuvvetler komutanı benzeri şeyleri görme ihtimalimin yüksek olması bu filme gitmemem için yeterli bir neden.

- İyi film demişken ülkemizde muhtemelen gösterime girmeyecek olan zombi komedisi Zombieland son derece eğlenceli ve çok çok kaliteli müzikleri olan bir film olmuş. Woody Harrelson'ın performansı ile Shaun Of The Dead'den beri gördüğüm korku komedi dalındaki en eğlenceli film ortaya çıkmış.

- Burger King'in menülerin fiyatlarını düşürüp neredeyse eski tek menü fiyatına iki menü verirken menülerini McDonalds'ınki gibi mikroskobik boyutlara getirmşl olmasına ve bunu birde aslında süper kampyanya yapmışlar gibi insanlara yedirmeye kalkmaları çok sinir bozucu. Yaşansın king seçim steakhous menü.

- Modern Warfare 2 son zamanlarda gördüğüm en sıkı oyun olmuş. İlk oyundaki yaratıcı senaryonun üstüne yine film tadında bir hikaye ve Hans Zimmer imzalı müziklerle bezenmiş oyun. Bir bölümde Rusya'daki bir havaalanında masumların öldürülmesini içeren bir bölüm nedeniyle oyun başında bu bölümü oynamak isteyip istemeyeceğimi sormasını anlayamadım. Bunun bir oyun olduğunu anlayamayacak kafadaki insanlar zaten diğer görevlerdende fazlasıyla etkilenecektir.

- Kış dönemi yaklaşıyor olmasına rağmen hala gösterime güzel ve izlemeye değecek (ki benim bir filmi izlemeye değer bulmam çok zor bir olay değildir.) bir filmin olmamasıda şaşırtıcı bir durum. Tamam 2010 ile güzel filmler geliyor ama sezon genelde şu ana kadar çoktan açılmış olmalıydı demeden edemiyorum.

- Son zamanlarda İstanbul'da sık sık görülen aşırı derece yoğun siste çok ilginç bir şey. Normalde sabahları deniz kıyılarında biraz sis olurdu ama tüm gün boyunca bu kadar yoğun sis olmasına ben alışkın değilim pek. Şunun yerine yağmur yağsa daha iyi olacak sanki.

- Tatil nedeniyle normalden daha kısa geçecek haftanın insana sanki 5 günden bile uzunmuş gibi gelmesine sinir oluorum. Ne kötü bir ruh haliymiş anlatamam.

- Twitter ilk çıktığında bana çok anlamsız geliyordu. Hala tam olarak ne gibi bir amaçla kullanıldığını çözmüş sayılmam ama artık eskisi kadar anlamsız gelmiyor bana.

- Muhtemelen bayram ve hemen sonrasında da yazı yazmaya üşeneceğimden şimdiden bu satırları okuyan veya okumayan herkese mutlu ve sağlıklı bir kurban bayramı diler tadilini tadını çıkarırsınız umarım diyerek bu yazıyıda noktalarım.

1 Kasım 2009 Pazar

In The Not Too Distant Future

Başlık son zamanlarda pek çok dizi ve filmde gördüğüm bir cümleden ibaret aslında. En basit anlamı ile yakın bir gelecekte diyebiliriz dilimize çevirmemiz gerekirse. Bu cümleyi son zamanlarda bu kadar sık görünce ister istemez acaba bilimsel anlamda insanlık bir kilometre taşını geçiyorda hala biz farkedemiyoruzda diziler ve filmler ufak ufak bize bunu haber veriyor mu diye düşünmeye başlıyorum.

Hazır düşünmeye başlamışkende (bu aralar fazla düşünmeyip anlık yaşamaya çalışıyorumda) bu noktadan bir şeyler çıkarabilirim diye düşündüm. Sonuç olarakta 20-25 günlük bir süreçte kendi hayatımda yakın gelecekte olacaklardan ziyade daha genel bir açıdan olaya yaklaşayım yakında hayatımıza girmesi muhtemelen neler olacak ana fikirli bir şeyler karalayayım dedim.

Öncelikle eski bir Beylerbeyli olarak Üsküdar ve Marmaray'dan konuya girmek istiyorum. Malum Üsküdar'ın göbeği yıllardır Marmaray çalışması nedeniyle rezil bir halde. Salacak'a kadar uzanan bu rezalet oraların eski halini bilenleri (mesela beni) üzsede sanırım 2-3 sene içersinde bu çalışmalar sonuçlanacak ve Anadolu yakasından Avrupa yakasına denizin altından geçebilir hale geleceğiz. Çok değil bundan 10 sene önce ben bu tür bir şey olmaz diyordum. Hoş hala 2-3 senede mevcut siyasi otoritenin bu porjenin altındna kalkacağına çokta inanamıyorum ama bu bambaşka bir konu buna girersem çıkamayabilirim.

Bir başka kıyak geçeceğim toplu taşıma konusu ise Kadıköy - Kartal metrosu olacak. Bu projede resmi kaynaklara göre 1-2 senede bitecekmiş. Gerçi bu proje yüzünden yıllardır şekli şemali çok düzgün olan canım Beyazevler durağını 25 metrelik bir çukura çevirmiş olmalarından hiç hazzetmesemde söz verdikleri gibi metronun her iki yönünede kara yoluyla gidilebileceğinden çok daha kısa sürede gidilebilecekse bu projeyide sevebilirim.

Daha yakın gelecekte olacak bir şeyse yaklaşık (ney yaklaşığı nerdeyse tam olarak) 2 ay sonra 2010 yılına girecek olmamız. Bunla yada Mayaların 2012 yılının dünyanın sonu olduğu konusu hakkında yorumlara girmeyeceğim. Gerçi Roland Emerich denen felaket filmlerini ısıtıp ısıtıp önümüze sunan yönetmen bozuntusunun son filmi 2012 için uzun bir eleştiri yazabilirim ama onu bile bu paragrafta araya sıkıştırmak bence yeterde artar. Neyse ne diyordum yakında 2010 yılına gireceğiz. Bunun ne önemi var derseniz; çok önemli değil sadece 2009'dan farklı olarak 2010 yılında bayramlar haftasonlarına denk gelmiyor. Böylece potansiyel ekstra tatiller yanmıyor. Hatta 1 Ocak 2010 bile cuma gününe denk geliyor. O derece bereketli bir sene olacak tatil bakımından.

Aslında bu noktada yakın zamanda gösterime girecek filmler, çıkacak oyunlar yada albümlerin bir listesini yapabilirdim ama kısaca önemli olanları yazmak yazıyı okumak isteyenler için daha kolay olacak diye düşündüm. Herşeyden önce 2011 yılında vizyona girmesi planlanan ilk Hobbit filminin adıı burada anmak gerekir herhalde. Yıl sonuna doğru gösterime girecek ve Titanic'ten beri James Cameron'ın üstünde çalıştığı ve fragmanından yola çıkarsak teknik bir başyapıt olma ihtimali olan Avatar ilk sayılması gereken filmlerden. 2010 yazına doğru gelecek Iron Man 2 ve yılbaşında gelecek Sherlock Holmes'te saymazsam olmaz diyeceğim filmlerden.

Dizilere gelirsek henüz başlamamış ve beklediğim ok fazla dizi yok aslında (kusura bakmayın Lost hastatası değilim ne yazıkki) ama yinede Mart ayı civarında geri dönecek olan sakar ajanımsı Chuck'ın adını anmamakta olmaz herhalde

Albüm konusunda ise Epica ve Rammstein'ın yeni albümleri bir süre albüm bekleme ihtiyacı yaratmayacak bende. Yinede dağılan After Forever'ın solisti Floor Jansen'in yeni projesi Revamp bende beklenti yaratacak önemli bir proje olarak öne çıkıyor.

Aslında çok daha fazla şey yazılıp çizilebilirdi ama bir noktadan sonra kendini tekrara girebilecek bir konu olduğundan son olarak umarım yakın gelecekte bizi daha az kazıklayarak adsl hizmeti veren bir internet sağlayıcınada sahip oluruz diyerek yazıyı burada noktalamak en iyisi olacak.

18 Ekim 2009 Pazar

Ne Yapıyorum

Hayatımda kendimi sorguladığım anlar oldu. Nereye gidiyorum, yanlış mı yapıyorum diye tereddüte düştüğüm zamanlar oldu. Fakat bu yazıda böyle ağır durumlardan bahsetmek istemiyorum. Daha doğrusu böyle ağdalı mevzulara girmeye üşenir oldum bu aralar. Zaten son dönemlerde yazıların arasını bu kadar açmış biri olarak bunca aradan sonra öyle bir konu ile gelmek abesle iştigal olurdu.

Hem bu aralar yavaş yavaş eski hayatıma geri dönmeye çalışırken geçiş dönemi için yaptığım ettiğim olayların kısa bir özetini geçeyim hemde kafama takılan bir kaç gözlemi yazayım dedim.

Öncelikle ağustos ve eylül aylarında son dakikaya bıraktığım tez yazma işini halletmekle uğraştım. Bu durum güzelim 2 haftalık izniminde uçup gitmesine neden oldu. Tabi arada yalan olan bayram tatilini saymıyorum bile. Biraz aksiyonlu bir tez teslimatı yaşadım ama o sorunuda atlattım. Şimdi önümde jüri oluşturma ve jüriye girme sorunları kaldı. Ondan sonra artık hayatımda öğrencilik ile ilgili sayfayı sonsuza kadar kapatmayı planlıyorum.

Ekim aynın başında ise kalan son iznim olan dört günü kullandım ki o izin son yaşadığım dönemin etkilerini düşünüce bana ilaç gibi geldi. Uzun zamandır ayrı kaldığım film izleme ve bilgisayar oyunları ile vakit geçirme aksiyonlarıma o dönemde bol bol geri döndüm.

İzlediklerimden aklımda kalanları yazayım öncelikle. İlk olarak Clive Owen ve Jennifer Anniston'lı Derailed'dan bahsetmek lazım. Gayet güzel ve sürükleyici bir kumpas filmi olmuş. Fakat sondaki süprizi ben daha filmin ilk 20 dakikasında tahmin ettiğimden filmi sanki daha önce izlemiş gibi oldum sonlara doğru. Fakat bu nedenle filmi suçlayacağımı sanmam mevzu bende böyle filmlerin sonu hakkında hep tahminde bulunmayı seviyorum. Tutunca da tabi filmin biraz tadı kaçıyor.

Bir diğer bahsetmeden geçmemem gereken filmde Eric Bana'nın Hollywood tarafından keşdefilmedne önce memleketi Avusturalya'da çektiği Chopper filmi olacak. Arkadaşı için bir hakimi rehin alan psikopat bir ruh haline sahip bir adamın (ki kendisi daha sonra kiralık katil olmuştur) kendi hayat hikayesini yazdığı kitaptan uyaralanan bir filmdi. Her ne kadar ağır Avusturalya aksanı biraz kulak tırmalasada gerçekten güzel bir filmdi. Bu tür suçlu ve hapishane filmlerini sevenleri sıkmayacak bir filmdi.

Birde uzun zamandır izlemediğim bir filmle tatil dönemindeki film sağanağını kapatmıştım. Bu filmde çocukken tek kişilik ordu kavranımı kafamıza nakşeden adamlardan olan Conan'ın filmiydi. Bu tür filmler çocukken ve şimdinin tekniği ile çekilen kusursuz görsellikteki filmlerden sonra biraz yavan gelsede hala iyi hala etkileyici olmayı başaran klasiklerden.

Bu aralar zevkle oynadığımız filmlere gelmek gerekirse. İlk sıraya Wolfenstein'ı koymak lazım. Geçmişte benim gibilerin aklına kazınan bir oyundu. Daha sonra ben oynamasamda hakkında hep olumlu şeyler düşündüğüm bir devam oyunu gelmişti. Serinin yeni halkasına ise ben bile kayıtsız kalamadım. Bu sefer oyun Nazilerin deneyler için üst olarak kullandığı İsenstadt kasabasında geçiyor. Şu ana kadar oyunu tamamlayamadığım ama oynadığım kısımda bile oldukça etkileyici ve zorlayıcı kısımlar vardı.

Bir diğer güzel oyunda X Men Origins: Wolverine oldu. Neredeyse ölümsüz ve hem filminde hemde çizgi filminde çok sevdiğim bir karakterin böyle güzel bir oyunu olunca oynamadan edemedim. Özellikle neredeyse durdurulamaz bir saldırı gücü olması nedeniyle rakiplerinin elindeki tüfeklerini bile para edememesi çok hoş bir durum. Ayrıca filme pararlel bir şekilde gitsede filmden daha güzel bir senaryosu var gibi gözüküyor benim oynayabildiğim kısmı.

Birde üç dört aydır dönüp dönüp oynadığım bir Prototype varki oda anlatılmaz yaşanır bir deneyim sunuyor insana. Manhattanda en sokaklarda dehşet saçan bir virüs varken oradaki en güçlü ve en ölümcül yaratığı kontrol etmek GTA'nın bile ulaşamadığı bir noktaya taşıyor insanı.

Son haftalarda ise yeni sezonlarını geçte olsa indirmeye başladığım dizilerime dönmenin zevkini yaşadım. Kısaca yeni sezonları başlayan yada benim yeni başladığım dizilerede girerek noktalayayım diyorum bu yazıyıda.

Öncelikle How I Met Your Mother ile başlamak lazım. Son sezonu Barney ve Marshall ile giden dizi bu sezon sahalara daha eğlenceli dönmüş. Özellikle Lilly ve Robin'in gerçek hayattaki hamilelikleri nedeniyle dizide son dönemlerde daha geri plandalarkenki kısır döngü bu sezon başı ile ortadan kalkmış gibi. Şu ana kadar izlediğim dört bölümden Robin 101 bölümünü çok sevdim.

Heroes ise bence her sezon biraz daha geriye gidiyor. Her sezon başında Hiro'nun kahraman olmalıyım diyerek kendisine yeni bir görev araması artık sıkmaya başladı. Gerçi Robert Knepper'ın oynadığı Samuel karakteri diziye biraz hareket katacak gibi ama yinede daha önceki sezonlardan bile daha ağır bir tempo ile sezona girdiler. Umarım 1-2 bölüm içinde toparlarlar.

Kişisel favorim olan Dexter ise ilk iki bölümüne bakılırsa gayet güzel bir sezon geçerecek gibi gözüküyor. Artık aile babası olan Dex bu sezona yeni sorumluluklarının ağırlığı ile başlıyor. Ayrıca diziye yeni giren gelmiş geçmiş en sağlam seri katil olarak lanse edilen karakterde sezon ilerledikçe Dex'i yakalaması için daha da motive edecekmiş gibi geliyor.

Son olarak ise arkadaşların yoğun tavsiyesi ile True Blood'a başladım. İlk iki bölümünde New Orleans'ın ağır şivesi biraz kulak tırmalasada ve ben bu vampirleri bir tuhaf hallere sokan yapıları pek sevmesemde takip edeceğim bir dizi gibi gözüküyor.

Bu aralar pek bir şey yapmadım gibi bir hissim vardı ama şu yazdıklarıma baktımda ekim ayını dolu dolu yaşamışım gibi. Neyse bakalım bu yazı ile tekrar bloga hırs ve şevkle döner arayı fazla açmam umarım.

22 Eylül 2009 Salı

İki Arada Bir Derede

Aslında çok yazmak istediğim çok şey var. Arayıda açtığımında farkındayım. Fakat yüksek lisans tezi ile boğuşmamnında etkisi ile ay sonuna kadar yine bir şey yazabilecek durumda değildim aslında. Amma velakin biriken bir kaç şey var hem arayı çok soğutmayayım hemde biraz kada dağıtayım diyerek kısa bir şeyler yazmak istedim. Neyse lafı uzatmayalım inceden madde madde yazalım birikenleri.

İlk aklıma gelen Mavi Jeans reklamı oldu. Merak ediyorum hangi mantıkla böyle bir reklam kampanyası başlatıldı. Oldukça tuhaf bir reklam. Öyle bir konseptki sanki bu yağmurda bu selde başka insanlar sular altında kaldı yada bu şehirde kapkaç yok mahalle baskısı yok tam anlamı ile bir metropolüz gibi bir hava var. Onuda geçtim bu ülkede kaç aile içinde o reklamda geçen diyaloglar o reklamdaki hali ile vukuu buluyor. Neyse bu konu eleştirildikçe eleştirilir aynı konuya çok takılmayalım.

Sel konusu varki hakkında ne dense bilemiyorum. Bu ülkede şehir planlamacılığı denen olgudan bihaber olunduğu zaten bilinen bir gerçek. Özellikle mütehaitler sattıkları evlerde kimler ne tehlikelerde kalır düşünmedikleri çok açık. Fakat bunları kontrol etmesi gereken yönetici sıfatındakilerinde olaya bakış açısı çok farklı olmaması ve dahada kötüsü onları seçen çoğunluğun yeri geldiğinde kendi hayatını iki torba kömüre satabilmesi şu sel felaketinin altından çıkan gerçekler herhalde. Yine yazdıkça uzayacak mevzu ne düşündüğümü az buçuk açıklamışken tadında bırakayım.

Avrupa Basketbol şampiyonasında Milli Takım'ı görünce yazmadan edemedim. Ülke insanları olarak neden böyle şampiyonalarda sadece birinciliği başarı olarak kabul ediyoruz. Bunu sade vatandaş değil bizzat milli takımda bu şekilde hissetmişki Yunanistan maçından sonra düştüğümüz hale geldik. Sanki ülkede her spor dalında her türlü alt yapı var. Etraf spor olanaklarından geçilmiyormuş gibi zar zor çıkardığımız isimleri çok kolay yerin dibine batırma konusunda çok başarılıyız. Neyse yine tadında bırakalım.

Ramazan geçti ki ben ramazan aylarını nedense pek bir severim. Biraz nostaljik bir yapım olmasından herhalde böyle eski dönemlerin sık sık akla geldiği zamanları pek bir severim. Ama bu ramazanda belki birazda kendi sıkışıklığımdan hiç o güzellikleri hissetmedim. Çok tatsız tutsuz bir ay geçirdim. İşin kötüsü üstüne şeker bayramıda (isteyen ramazan bayramı desin ben 25 senedir şeker bayramı diyorum başka bir isim kullanmayıda hiç düşünmüyorum) benzer bir kekremsilikte geçti. Geçen sene bayram tatiline kaç gün kaldığını sayardım. Bu sene pazartesi işe gitmek için giyinyordum neredeyse.

Ufak ufak dizilerde başlıyor. İlk bölümleri hemen indirmeyeceğim. Ay sonuna kadar indirdiklerimi izleyemediğimden kafaya takacağımdan bekleyip hepsini öyle indireceğim. Bu arada hazır bu konuya girmişken. Geçen sene biten Prison Break ve Sarah Connor Chronicles ve hafiften tadı kaçan Heroes'dan sonra bu sezon yeni dizilere ihtiyaç duymam mümkün. Aklımda House, Firinge ve Leverage var. Bunlar dışında tavsiye olunacak diziler varsa yorumlarda paylaşmalarını rica ederim.

Ekim ayının gelmesi ile bir kaç oyun piyasaya çıkacak olmasıda tez sonrası rahatladığım dönemde iyi olacak. Modern Warfare 2 ve her ne kadar daha geç çıkacak olsada Max Payne 3 beni heyecanlandırıyor. Ayrıca haftasonları arkadaşlarla sık sık pes oynadığımı düşününce pes 2010'uda denem pek bir güzel olacak. Tabi birde güzeller güzeli Football Manager 2010 gelecek ki oda ayrı bir sevinç nedeni oldu.

Gelelim sinema aktivitelerine Gamer ekim gibi gelecek sanırımı onu bir kenara yazdık. Sonracığıma District 9 ve Legion gibi filmler ilgimi çekti. Hele birde aralıkta gelecek olan James Cameron'ın Avatar'ı varki aman diyeyim bu filmi muhakkak iyi bir salonda hatta mümkünse İMAX fasilistesi olan bir salonda izlemek gerecek gibime geliyor.

Birde unuttuğum bir şeyi eklemem lazım. Pek çoklarının bildiği gibi Last.FM ve My Space gibi iki site telif hakkı bahane edilerek ülkemize engellendi. Bunu özellikle telif haklarını bahane ederek yapan Müyap kurumuna denecek laf var mı bilmiyorum. Eğer üyelerinizin sanatçıları My Space yada Last.FM'de şarkılarını paylaşıyorsa bu sitenin suçu değildir. Bunu engellemek istiyorsanız sanatçıları bu konuda firmalar uyarabilir. Fakat Müyap'ın amacı bu sitelerde haraç toplamak gibi görünüyor bu duruma bakılınca neyse bu konuda lafı uzatırsam terbiyemi ciddi anlamda bozabilirim.

Yazmak hakikaten iyi geldi aslında daha yazılacak mevzular var herhalde ama hem zamanım kısıtlı hemde şimdilik burda noktalamak iyi olacak gibi gözüküyor.

30 Ağustos 2009 Pazar

7

Bukarga tarafından kendim hakkında 7 tuhaf şeyi listemem konusunda mimlenmişim efendim. Ehhh son dönemlerde mimlenme dışındaki anlarda kısa süreli duygu patlamaları yaşamadıkça suya sabuna dokunmadığım gerçeğini göz önüne alınca geçte olsa bu konuyu değerlendireyim dedim. Lafı dahada uzatmadan listeye başlayalım.


1- Çok tuhaf mı bilmiyorum ama mutlu olduğum anlarda nedense geçmişte kendimi kötü hissetiğim anları hatırlarım. Hatta bir anda o durumda olduğumdaki gibi hissederim kendimi. Biraz kendime mi kastım var yoksa iyi zamanların değerini bileyim diye bu kötü zamanlarımı hatırlıyorum o anlarda pek çözemiyorum ama yaz akşamından hafif bir esinti ile içi ürperen insanlar gibi hissediyorum kendimi öyle zamanlarda. Neyseki etkiside tıpkı o esintideki gibi anlık oluyor.


2- Herhangi bir şeye odaklanma konusunda her daim sorun yaşarım. Bu durum özellikle öğrencilik hayatımda hep sorun oldu. Ders sırasında not tutarken yada dersi dinlerken etraftaki eşya yada kişileri inceleyip bu durumu idare edebiliyordum ama iş evde yada kütüphanede ders çalışmaya gelince önümdeki kitap dışında her şeye odaklanabiliyordum. Bu odaklanma sorunu birazda önündeki işte kaçma amacı ile yaptığım bir şeydi sanırım. En azından safi tembellik gibi bir durum olduğunu sanmıyorum. Çünkü daha ilgimi çeken konular mevzu bahis oldumu yada güzel bir roman yada dergi elime geçtimi bunları saatlerce okuyabilirim. Fakat zorla yapmak zorunda olduğum bir şey varsa o konuda ne kadar önemli olursa olsun odaklanmada zorlanırım.


3- İnsanların genel olarak bu doğrudur dediği şeyleri bazen bilerek yapmama gibi bir huyum var. Aslında bu huy daha ziyade bir kaç sene öncesine kadar üzerimde etkisi olan bir şeydi. Sözde koyun gibi sürü psikolojisine başkaldırı niteliğinde farklı olmak için çabar harcayacak bunu yaparkende ilgi çekmek için çırpınan marjinallere benzemeyecektim. Tıpkı tanımlamadıki gibi gerçekleştirmeside zor bir durumdu benim için. Hem farklı olup hemde dikkat çekmemek gibi saçma bir istekte diyebiliriz buna. Bu istek adına yaptığım bir kaç saçmalıktan biride okuma salonlarında çok gürültü var diyerek kışın sınavlara hazırlanmak için yer yer bahçede notları okuduğumu hatırlarım. Halbuki bahçede en az okuma salonlar kadar gürültülüydü. Çok mantıklı yada anlamlı olmayan bunun gibi bir kaç saçma şeyden sonra sanırım bende ufak ufak bu durumdan sıkıldım. Gerçi hala ağrı yada hastalığım dayanılmaz boyutlara gelmedikçe ilaç kullanmamak yada bir sebze sırf sağlığa çok yararlı diye berbat bir tadı olması nedeniyle yememek gibi inatlarım vardır.


4- İnat demişken bir sonraki madde içinde bazen tutan inat damarımdan söz etmem lazım. Aslında bir önceki maddeden de yapı olarak inatçı biri olduğum anlaşılıyordur ama burada o durumu biraz daha açalım. Zaman zamanbir konuda kendi yararıma bile olsa ve ben bunun farkında olsam bile aksi yönde gitme konusunda inat edebilecek bir yapıdayımdır. Yani bir şeyi tam anlamı ile benimsemeden yapmam gerçekten pek kolay olmuyor. Gerçi son yıllarda bu konuda kendimi iyi yönde biraz geliştirdim sanıyorum. Kafama yatmasada bazı durumların yapılması gerektiği konusunda kendimi ikna edebilir oldum.


5- Film izlemeyi sevmemden ve çocukkende aşırı televizyon izlememden dolayı kafamda yerli veya yabancı pek çok filmden sahnenin hatırası kalmıştır. Ha bu kadar sahne neden aklımda kalmıştır yada bunun bana bir yararı var mıdır derseniz olmadığının bende farkındayım ama ne yazıkki bu filmleri insanın beyninin en sünger gibi her şeyi emdiği zamanda izlediğimden ister istemez böyle bir duruma gelmiş oldum. Neyse konuyu dağıtmadan asıl kısma gelirsek ilginç bir şekilde aklımda kalan sahnelerin önemli bir kısmı iyi filmlerin en unutulmaz sahnelerinden ziyade çoğunlukla kötü bulduğum hatta izlerken dalga geçtiğim sahnelerden oluştuğuydu. Sanırım o tür insanı güldüren böyle saçma şey olur mu dedirten sahneleri daha sonra hatırlayıp gülmekte daha fazla hoşuma gidiyor. Bu konuda bana bol bol yardımı dokunan Cüneyt Arkın'ın tarihi filmlerinede buradan bir el sallamak istiyorum.


6- Bu anlatacağım durumdan daha öncede bir kaç yazımda bahsetmiştim ama burdada değinmek uygun olacak sanırım. Efendim ben özellikle ilk defa girdiğim bir ortamda hemen herkes ile ilk defa karşılaşıyorsam hareket eden bir oduna dönüşebiliyorum. Ciddi anlamda etrafımda insanlar konuşurken ben sadece onları izlerken buluyorum kendimi. Halbuki arkadaş çevremin içinde olduğumda gayet konuşabilen ve espri yapabilen bir adamken böyle yabancı ortamlarda bazen dakikalarca ağzımı açamıyorum. En kötüsü mevzu tam üzerinde konuşabileceğin bir yere gelir o anda şunu diyebilirim diye kafanda kurgularsın ve ağzını açıp ilk harfi söyleyeceğin anda sen o kurguyu yapana kadar mevzu değişmiştir ve bir anda alakasız bir şey söyleyeceğini fark edererek susmaya çalışırsın ama ağzndan hafif bir ses çıktığından insanlar sana dönmüştür. Konuya uygun bir şey söyleyip durumu toparlaman gerekir o anlarda doğaçlama yapabilecek biri değilsen (çok şükür genelde ben yapabiliyorum) hayatının en zor 5 saniyesini yaşadığın anlardır.


7- Yine bir önceki maddede doğaçlamadan bahsedince son madde olarak doğaçlamayı ele alayım dedim. Ben hayatta planlı programlı hareket edebilen biri değilimdir. Daha doğrusu bunu denediğim her zaman muhakkak bir şeyi unuttuğumdan (bu noktada bir alkışta Murhpy Kanunlarına) yaptığım planın bana yarardan çok zararı olur. Bu nedenle mümkün olduğunca hayatımda yaptığım her şeyi o anda spotane ve doğaçlama olarak yapmaya çalıştım. Bu her zaman çok mükemmel sonuçlar vermiyor elbette ama hazırlık yapıp başarısız olmaktansa anı kurtarmaya çalışıp başarısız olmayı her daim daha mantıklı bulmuşumdur.

Evet efendim tuhaf biri olduğunu düşünen biri olarak kendi hakkımda aklıma gelen ilk yedi tuhaflıklığı sizle paylaştım umarım o kadarda fazla tuhaf değilimdir :D .

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Karanlık Bir Yazı

Hayat tuhaf daha doğrusu her an her daim hatta zaman zaman istediğin şeyler olmuyor. Olanı kontrol edebilmek mümkün değil. Olmasını istediğin şeyi beklemek iyimserlik mi yoksa hayalcilik mi bunlara ad koyabilmek mümkün değil. Mümkün olan şu anda olana bitene seyirci kalmak.

Genel olarak kaderciyimdir daha doğrusu bir şey oluyorsa neden oluyor yada keşke başka türlü olsa demekten ziyade madem öyle olmuş ona göre devam ederiz der geçerim. Fakat hayat bir noktadan öyle bir baskıya alır öyle bir tam saha pres yaparki dört büyüklere deplasmana gitmiş alt lig takımından beter oluyor insan.

Hani öyle bir haleti ruhiye olurki umursamanda hayat boğar adeta dalga dalga gelir. Kanatlardan gelir, ortadan verkaçlarla gelir, defanstan topu şişirerek gelir, defansın arasın top atarak gelir. Uzun lafın kısası gelirde gelir. Çanakkale geçilmez diye and içsende bu kadar baskı bir noktada bünyede zorlama yapıyor.

Beklentilerini minimize edersin huzurum olsun dersin, gölge etme başka ihsan gerekmez dersin ama o basit o masum huzur bile hayatın veya adaleti 9 derece miyop olmuş kaderin gücüne gider. Huzurunu bile elinden alınır. Artık isyanlık bir durum kalmaz zaten direnmek mücadeleyi kazanamadığından mücadeleden kaçma mücadelesini vermekten isyana takati kalmaz bünyenin.

Hayat tuhaf desem değil, acımasız desem değil, şu hayatın derdi sırf benle desem ben o kadar gereksiz felsefeci biri sayılmam. Neden bilmem ama ben her şeyden kaçtıkça hayat benle mücadeleyi pek bir sevdi.

Daha önce demiş miyimdir bilmem ama zamanında çok agresiftim. Kavgayı severdim. Mücadeleden kaçmazdım. Kolay elde edilen hiç bir şeyin elde tutulmaya değer olduğuna inanmazdım. Yinede ilginçtir insan zaman geçtikçe bu düşünce tarzının sadece zarar ziyan olduğuna karar veriyor.

En azından ben öyle olduğuna inanıp daha az mücadele eden bir yapıya büründüm. Belkide o zaman pes etmiştim ama kendime pes ettiğimi itiraf edemediğimden buna bir anlam yüklemişimdir. Fakat öyle yada böyle eskisi gibi değilim. O zaman hayat daha fazla baskı unsuruna sahipken üstesinden gelebiliyordum.

Şimdi ise artık geri çekile çeklile uçurumun dibine gelmiş gibiyim. Dirensemde kaybedeceğim uçuruma doğru yürüsemde. Tam anlamı ile böyle amerikan filmlerinde büyük finalden önce kahramanın düşmüş hali gibiyim. Filmleri sevmeme neden olan bu durumda her şeyin sonunda güzel bitmesi gerçek hayatta olmayacak kadar filmlere ait bir durum.

Hayatın karanlık yüzü ben sana ne ettimde bana bu karanlık yazıyı yazdırdın acaba

2 Ağustos 2009 Pazar

Hate Hate Hate

Yaklaşık bir hafta kadar önce melankolikdeli tarafından mimlenmişiz. Şu cümleden durumu yeni fark ettiğim zannedilmesin ancak şimdi yazacak duruma gelebildim. Ha niye bu kadar uzun zamanda o duruma geldin diye sorarsanız oda ayrı bir yazının konusu olur (becerebilirsem onuda kısa zamanda yazarım).

Evet efendim mevzuya daha doğrusu mimlendiğimiz konuyu tanıtma kısmına geri dönmek gerekirse; konumuz nefret ettiğimiz şeyler. Bu mimde diğer yazarların yaptığı gibi madde madde ilerlemek bencede en iyisi olacaktır. Liste ise umarım çok çok uzun olmaz.

  • Hazır gündemdeki bir durumdan başlamak gerekirse; bu aralar bunaltıcı seviyede olan sıcaklardan ciddi anlamda nefret ediyorum.
  • Toplu taşımalarda özellikle eritici sıcaklara rağmen etrafındaki tüm camları kapattıran teyzelere karşıda çok iç açıcı duydular beslemiyorum.
  • Senenin şu zamanı geldi hala tatile çıkamamış olmama ve en yakın tatile çıkma tarihimede henüz 22 gün olmasıda ayrıca nefret edilmeye müsait bir durum.
  • İnsanların bir şey az tanınırken ona yaklaşımın başka herkesçe kullanırken başka olmasından hoşlanmıyorum.
  • Hiç bir şey yapmamak için eskisi gibi çok fazla vaktimin olmamasını sevmiyorum.
  • Eskisi kadar çok hobilerime zaman ayıramamakta şikayetçiyim.
  • Yine nostaljik olmak gerekirse yakın geçmişteki kadar okunacak bol dergi olmamasıda hoşuma gitmeyen durumlar arasında.
  • Yazın özellikle akşam saatinde denk gelip izleyeyim bari dediğin bir filmin orasını burasını saçma sapan bir şekilde mozaikleyerek görselliğin canına okuyan anlayışa isyan edesim geliyor.
  • Beklediğim şeylerin gerçekleşme zamanı yaklaştıkça beklemesinin daha zor hale gelmesindende hoşlanmıyorum.
  • İnsan ilişkilerinin iki artı ikinin dört ettiği gibi kesin ve belli bir sonuca çıkmayan karmaşık bir yapısı olması beni bunaltıyor.
  • Kaldırımlarda yada dar yollarda iki üç kişilik gruplar halinde gezerken arkasından gelen insanların acelesi olduğunu ve bu nedenle onları geçmeleri gerektiğini düşünmeyen insan görünümlü yürüyen iskele dubalarına (kilo nedeniyle değilde nereye gittikleri pek belli olmayan yapıları nedeniyle bu benzetmeyi yaptım) sinirlenmemenin bir yolu yok herhalde.
  • Bir şeyi ne kadar istersen elde etmesinin o kadar zor bir şey olması çok berbat bir şey
  • Murphy kanunlarının biraz incelendiğinde aslında abartı değilde gerçekçi şeyler olduğunu fark etmek insanın hayata bakışını kötü yönde değiştiriyor.
  • Böyle bir listeyi uzattıkça uzatabilecek kadar çok nefret edebileceğim şeylerin olmasındanda nefret ediyorum.
Bu bağlayıcı sayılabilecek madde ile listemize son versek iyi olacak gibi. Yoksa nefret ettiğim bir ton şeyi hatırlayıp sosyopat bir yapıya bürüneceğim. Neyse efendim son olarakta madde olarak yazmasamda bu kadar uzun aralıklarla yazı yazdığım için kendime gıcık olmaya başladığımı bu araya sıkıştırarak bu mimide tamamlayalım.

19 Temmuz 2009 Pazar

Yaz Sıcağı, Serin Bir Yer ve Dinlenmeyen Bir Sürü Söz

Hafif loş bir ortam, Alkol kokusuna eşlik eden yemek kokusu kapıdan usulca sokağın başına doğru akıyordu. Yoldan geçenler için son derece davetkar bir kokuydu. Sıcak bu kadar rahatsız ederken gölgede oturuyormuş havası veren serin ve güzel yemeklerin olduğu bir yer nasıl davetkar olamazdıki zaten.

O anda arkadaşı ile oradan geçerken kokuyu aldığı o kısacık zaman diliminde bu kadar çok şey nasıl aklında geçebilmişti şaşırdı. Arkadaşı buluştukları andan beri son zamanlarda nasıl yoğun olduğunu ve ne kadar yorulduğunu anlatıyordu ama o daha bu sokağa girmeden çok önce onu dinlemeyi bırakmış ve dinliyormuş gibi görünmek için arada kafasını sallıyordu.

Ama artık kafasını sallamak bile sıkıcı gelmeye başlıyordu ufaktan ufaktan. Hem neredeyse bir saattir yürüyorlardı arkadaşıda yorulmuş olmalıydı. Şurda biraz oturalım hem laflarız hemde serinleriz derse reddedemezdi herhalde.

Kafasında bu fikir oluşurken yüzünde hafif bir gülümseme ile sokağın başında mekanın kapısına kadar yürümüşlerdi. Daha fazla zaman kaybetmek istemeyen birinin acelesiyle arkadaşına döndü ve "baksana şurası güzel bir yere benziyor otursak mı ne dersin" dedi. Arkadaşı bu sırada hala bir şeyler anlatıyordu ama karşısındakinin onu pek kendini verererek dinlemediğini fark ettiğinden biraz bozulur gibi olsada bir yerde otururlarsa onun kendini daha iyi dinleyebileceğini düşündüğünden bu öneriyi başını sallayarak kabul etti.

Mekanın ufak bahçesine açılan demir bir kapıdan içeri doğru adım attılar. Hem dışarsı çok sıcak olduğundan hemde insanların buna rağmen dışarıda oturmayı tercih etmeleri dolayısıyla bahçede pek fazla yer olmasından dolayı bahçeye şöyle bir göz gezdirip içeri doğru ilerlemeye karar verdiler.

Baharda bu bahçe ne güzel olur. Şu köşedeki ağlayan ağacın altındaki masada oturup bir limonata içip herkesten uzakta bir köşede bir yandan müzik dinleyip bir yandan kitabını huzurluca okur insan diye aklındna geçirdi. Bu hayali kurarken sanki ılık bir meltem yüzün okşarmış gibi hissetti.

Bahçenin ortasında taşlarla döşenmiş bir yoldan mekanın ana kapısına uzanan yolda ilerlemeye başladılar. Mekan belkide yüz yaşında bir konaktan bozma bir yerdi. Üç katlıydı ama en üst katında da oldukça büyük bir teras vardı. Muhtemelen bu terastan deniz gözüküyordur diye düşünmeye başladı.

Mekana girmeye karar verdikleri andan beri arkadaşı hala onun dinlemediği dertlerini anlatmaya çalışıyordu. Ama dertlerine çarede ziyade onu dinleyecek birine ihtiyacı olduğundan ona bir soru sorma gereği duymadan anlattıkça anlatıyordu. Buda onun dinlermiş gibi görünmesini daha kolay bir hale getiriyordu.

Arada şu iş yüzünden şöyle oldu. Şunları beklerken diğer şeyler gecikti. Uyumaya bile zor zamanım oluyor. Aylardır şöyle sadece gezmek için bile yürüyemedim gibilerinde bir sürü şey söylüyordu herhalde. En azından ilk buluştuklarında yoğunluk ve dinlenememek ana fikri üzerine baya uzun konuşacakmış gibi gözüküyordu. Ama yinede kısaca bir dinleyip konunun değişip değişmediğinden emin olmak gerekirdi.

"Yaz geldi işler hafifler dedim ama bilakis daha beter arttı. Normalde mesai saati bittiğinde çıkıp giderdim ama şimdi allah seni inandırsın ancak eve uyuma saatinde gidebiliyorum. Yinede her şey ya yetişmiyor yada son anda ucu ucuna yetişiyor. Stresten ülser olmazsam iyidir. Şöyle bir süre her şeyden uzaklaşmak istiyorum. Bir gün bile olsa plan yapmadadn hareket etmek istiyorum."

Evet onca zamandır konuştuklarını dinlememekle hiç bir şey kaybetmemişim dedi kendi kendine. Yine hafif hafif kafasını sallayarak mekandan içeri girdi. Mekanın giriş katı geniş ve ferah gözüküyordu. Fazla bir ışıklandırma yoktu ama hem dışarıdan gelen aydınlık hemde açık renk boyanın sayesinde hafif loş ama son derece dinlendirici bir görüntüsü vardı içerinin. Masalar ufak üzerinde beyaz örtüler olan ve genelde yanlarına iki sandalye koyulabilecek cinstendi.

İçerde fazla dolu masa olmadığından karar verme aşamasını biraz uzun sürdü. Sonra "Şu köşedeki cam kenarı masa iyi galiba dedi" ve oraya doğru ilerlediler. Beyaz masa örtülü masanın üstünde metal tuzluk ve karabiberli arasına sıkıştırılmış menüyü aldı. Canı öyle çok fazla bir şey istemiyordu. O menüyü incelerken arkadaşı hala konuşuyordu. Sanki hiç susmayacak gibi konuşuyordu. Etrafta iyiki fazla insan yoktu yoksa tıpkı sokakta yürürken arkadaşının hararetli anlatma şekli yüzünden ona tuhaf tuhaf bakan insanlardan burdada bol bol göreceklerdi.

Bunlar aklından geçerken garson geldi ve "Merhaba efendim ne alırdınız" dedi. "Ben bir sosisli ve bira istiyorum, arkadaşımda ..." derken garson araya girdi ve "Arkadaşınız mı? bir kişide sonradan gelecek mı gelecek acaba?" dediğinde bir rüyanda uyanır gibi olmuştu. Menüden kafasını kaldırdığında masada yanlız olduğunu gördü. Bir an duraksadı ve "Kusura bakmayın arkadaşım gelmeyecek sadece ben varım" diyebildi yarı utanır halde.

Neler oluyor böyle diye içinden kendi kendine sorular sormaya başladı. Bir saat önce arkadaşıyla buluşmamış mıydı. Bu gün günlerden cumaydı, saatine baktı, saat akşam yediyi biraz geçmişti. Sonra yüzünde bir rahatlamayla beraber bir gülümseme belirdi. Tabi ya bugün işten çıkarken keşke arkadaşımla buluşup biraz dolaşsam diye düşünüyordum. Bunu o kadar çok istedimki gerçekten öyle yapıyorum sandım.

O kadar susmadan ve onun cevap vermeden dertlerini anlatan kişide kendi bilinç altından başkası değildi. O tüm bunları idrak edip kendi kendine gülerken az önce onun deli olduğunu düşünen garson birayı getirirken onu bu halde görünce iyice deli olduğunu kanaat getirmiş gibi tuhaf tuhaf suratına bakıyordu.

Tam o sırada telefonu çaldı. Arayan o buluştuğunu hayal ettiği arkadaşıydı. Telefonu heyecan açtı "Alo, olanlara inanmayacaksın müsaitsen gelsene biraz laflayalım tamda aklımdan bu geçiyordu" dedi ...

5 Temmuz 2009 Pazar

Truth Be Told (Mim)

Başlık konuyla çok örtüşücekmi pek emin değilim ama şu mim ile beraber Megadeth'in bu şarkısınıda anayım dedim. Neyse efendim mim demiştim dimi hemen nasıl bir mim'den bahsediyoruz onu açıklayalım (bu arada a.nur'a mim için teşekkür etmeden geçmeyeyim). Konumuz kendimiz hakkında itiraflar ve takıntılarımız en özet haliyle. Zaten konuyu fazla detaylı açıklamaya gerek olmadığında madde madde itiraflara başlamak en iyi olacak herhalde

  • Kolay sinirlenebilme gibi bir huyum vardır.
  • Zaman zaman aşırı derecede inatçı olabiliyorum. Mesela bu konuda kendisine uzun süre blog yazması konusunda baskı yaptığım azura birinci dereceden şahit olmuştur.
  • Annemlerin yıllar süren hummalı çalışmaları sonucu yeni aldığım her hangibir giyim eşyasını giyerken önce sağ ayak veya kolumu elbiseden içeri sokarım
  • Bir şey için ne zaman acele etmem gerekse o şeyi son anda kaçıracakmışım gibi hissederim. Özellikle durağa giderken bineceğim bir toplu taşıma aracının durağa yanaştığını gördüğümde bu hisse çok kapılırım.
  • Hala zevkle çizgi film izlerim
  • Bu gün bir DVD satan firma 90ların ortasında Star'da yayınlanan Kaygısızlar dizisinin bölümlerini Box halinde satsa hiç düşünmeden ve fiyatına bakmadan satın alırım.
  • Hobilerime çoğu zaman gereğinden fazla hayatımda yer veririm
  • Bir şeyi son ana kadar yapamam ancak artık kaçacak saklanacak bir durumum kalmadığında yaparım.
  • Resmi törenlerin hiç bir türünü sevmem
  • Bunca yıldır hala erken kalkmaya alışabilmiş değilim.
  • Tatile gittiğim otelde eğlence olmasındanda o akşam yemeğinden sonra animatörlerin programı olmasındanda nefret ederim. Tatil demek benim için denize girebilmektir.
  • Gittiğim sergilerin (ki öyle sergiden sergiye koşan biri değilim) herhangibir kısmında modern sanat eserleri varsa kafamım en çok karıştığı kısım orasıdır. Özellikle modern resim olgusunu hayatım boyunca anlayabileceğimi sanmıyorum.
  • Yerli yersiz saate bakma huyum vardır. Hatta saat takmadığım zaman bile boş bileğime baktığım olmuştur.
  • Yabancı ve tanımadığım insanlarla çok yakın ve bitişik oturmaktan hazzetmem ama toplu taşımada başka çare olmadığından bu duruma eski dönemlere göre çok daha fazla alıştım. Özelliklede bu konuda sLn'in bahsettiği otobüs teyzelerinin çok yardımı oldu.
  • Çizgiroman okumam ama çizgiromandan uyarlanan filmlere bayılırım.
  • 10 yıl kadar öncesinde olduğum kadar olmasada hala ilk defa tanıştığım insanlarla konuşurken kendimi çok rahatsız hissederim.
  • 2006'da ilk defa gözlük takmaya başladığımda yanımda geçen her insanın bana n'ber dört göz diyeceğini düşünmüştüm.
  • Bazen filmlerdeki karakterlerin sesini taklit ederim. Hatta bir kere Dark Knight'ta Christian Bale'in Batman olduğununda kullandığı sesi taklit ederken yan odadı annemi korkutmuştum farkında olmadan.
  • Sonu süprizli filmlerin sonu hakkında daha ilk yarıda tahminde bulunurum. Bu tahmin tuttuğunda da kendime kızarım filmin tadını kaçırdım diye.
  • Hafta içi pek çok akşam eve dönerken bloga şunu yazayım güzel konu der. Akşam yemeğinden sonra blog kumanda panelini açtığımda neyse yarın daha geniş zamanda yazarım derim.
  • Cep telefonumu sesi açıkta olsa kapalıda olsa hep titreşim halinde tutarım. Hatta bir keresinde sınav zamanı telefonu sıranın altına koyduğumda çalıp titremeye başladığında sıradan acaip sesler gelmişti. Hocada dahil herkes benim tarafıma doğru bakınca telefonu çıkartıp pardon yanlış numara aramışta diye saçma sapan bir espri yapmak zorunda kalmıştım.
  • Saçma sapan espri dedimde aklıma geldi. 6-7 yıl öncesine kadar düzenli olarak kötü espri yapar, etrafımdakileri sinir ederdim.
  • Orta okuldayken kompozisyon derslerinden hiç hoşlanmaz yazı yazmayı hemde o kadar uzun yazı yazmayı çok gereksiz bulurdum.
  • Hala çocukça hareket edebilme şansı bulduğumda bunu kullanmaya çalışıyorum.
  • melankolikdeli gibi bende gazete ve dergilerin ilk sıradakilerini değil daha arkalarındakini alırım. Hatta buna ek olarak parfüm ve deodoranttada aynı şeyi yaparım çoğunlukla.

Evet efendim aklıma gelenler bunlar oldu. Kuvvetle muhtemel anlatılabilecek çok daha fazla şeyi yazmayı unutmuşumdur ama yinede bir noktada listeyi tamamlamak gerekiyor. Umarım artık mim gelene kadar üşenmeyip kendimde daha sık yazı yazabilecek bir motivasyona gelebilirim.

21 Haziran 2009 Pazar

Bir Aralar Yaz Tatili Vardı Ona Ne Oldu

Başlık aslında son zamanlardaki ruh halimi daha doğrusu olan bitene karşı bir isyanımı simgeliyor. Eskiden (ama çok eski zamanlar önce değil) bu zamanlar geldiğinde içim kıpır kıpır olurdu. Nede olsa yorucu bir okul dönemi ya bitmiş yada bitmek üzere oluyordu. Hatta daha güzeli bu zaman 3-4 aylık hiç bir şey yapmadan zaman geçireceğim "yaz tatili" dönemi başlardı.

Öncelikle bir şeyi açıklığa kavuşturmam lazım. Ben yaz tatili diyince öyle bir deniz kenarına gideyim güneşleneyim yada denize gideyim diyenlerden değilim. Ben tatilde insanlardan uzak sakin huzurlu bir ortamı tercih ederim. Hatta yazlık yada sayfiye yerlerine gitmeme gerek bile yok. Onun yerine yanıma güzel bir kaç film alıp öğleye yakın bir saatte kalkıp kahvaltıdan akşam yemeğine kadar filmlerle yada kitaplarla zaman geçirebilirim. Hayattaki rutin dertler yerine filmler yada kitaplardaki olayların akışına kendimi bırakıp oturduğum yerden başka dünyaları hayal edebiliyorum.

İşte benim iyi bir yaz tatilinden anladığım özetle bunun gibi bir şey. Fakat asıl sorunum şu ki yaklaşık bir yıldır bu tür bir tatili 1 haftalık bir süreç için bile yapamıyorum. Hadi kışın ve baharlarda bunu fazla dert etmiyorum. Ama yıllardır öğrencilik yapan bir bünye takvimde haziran ayını görünce otomatikman sinemada ne var, hangi filmi izleseme yada hangi kitabı okusam gibi şeyleri kafama takardım. Şu anda ise bu lüksten çok uzağım.

Hatta tatili geçtim bu perşembe ve cuma iş gezisine çıktım. Hemde bu gezi Gaziantep ve Kahramanmaraş'ı kapsayan bir geziydi. Bu mevsim ve sıcakta ülkenin en sıcak bölgelerinden birinde iki günü resmi elbiseler ve kravatla geçirmek benim klasik tatil anlayışımın bir hayli dışında oluyor.

Ehhh tüm bu olan bitenleri düşününce ve en iyi ihtimalle temmuz ayı sonunda ve sadece iki hafta tatil yapabileceğimi düşündükçe biraz içim kararmıyor dersem yalan olur. Zaten öğrencilik hayatı üstüne girdiğim bu sürece hala tam olarak ayak uyduramamışken birde iş hayatı rutininin yorucluğunu atabilmek için ihtiyacım olan molaya sahip olamayacak olmam kötü birde bu molaya daha 1 aydan fazla zaman olmasıda ayrıca düşündükçe yorulmama neden oluyor. Tabi bu arada haftaiçi 4 gün resmi elbise giymek zorunda olmam ve yine aynı hafta içi her gün sabah sabah uyanacak olmamında bana kendimi daha iyi hissetme konusunda yardımı olmuyor.

Neyse bu tatilsizliği yaşadığım dönemde başka ilklerde yaşadım. Öncelikle bunca zamandır memlekettimizde hizmete girmiş olan Metrobüsü kullanmayı başardım. Her ne kadar gecenin çok geç saatlerinde bile Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçiş konusunda çok faydalı olsada evimden Mecidiyeköy'e çok rahat gitmemi sağlayan 129K hattının iptal olması nedeniyle bu Metrobüs mevzusuna soğuk yaklaşıyorum.

Bir başka benim için ilk ise bu iş gezisi ile beraber hayatımda ilk defa uçağa binmiş oldum. Genelde yükselikten pek hoşlanmayan ve ampul değiştirmek için merdivene çıktığımda bile başı dönen biri olsamda uçaktan aşağıya bakınca pek öyle kötü oldum diyemem. Hatta keşke camlar daha büyük olsada etrafı daha iyi görebilsem dedim içimden.

Evet tüm bunlarla beraber hem uzun zamandır yazamamın nedeni (tatilsizliğin yarattığı aşırı yorgunluk) ve o süreçte neler yaptığım hakkında bir kaç şey yazarak bloga olan sorumluluğumu boşlamamış oldum. Umarım ilerleyen dönemlerde daha eğlenceli konularda yazabilmemi sağlayacak bir ilhamı bulabilirim.

4 Haziran 2009 Perşembe

Resm-i Masaüstü (mim)

a.nur tarafından mimlenmişiz efendim. Konuda masaüstümüzün ekran görüntüsünü alıp üstüne bir kaç kelam etmek. Önce resmi paylaşıp ardından üstüne yorum yapmayı daha uygun görüyorum

















Öncelikle fark edileceği üzere ciddi şekilde düzenli biri sayılırım. Dosyaların pek fazla sağa sola dağılmasını sevmem. Hatta gerçek hayatta odam yada masamda bu kadar düzene imtizana dikkat etmezken burada bu konuda nedenini anlayamadığım şekilde hassasım. Sanırım burada düzeni sağlamak daha az efor gerektirdiğinden bu konuya eğilmek pek zor gelmiyor.

Ayrıca bilgisayar oyunları ile fazlasıyla içli dışlı olduğum anlaşılması zor olmayan bir başka nokta. Özellikle bu son bilgisayarımın pek çok yeni oyunu kaldıracak bir kapasiteye sahip olması sayesinde böyle geniş bir yelpazade ve çeşitlilikte oyunları oynama şansım oluyor.

Onun dışında kaç inan belgelerim dosyasına kendi adını verecek kadar megolamanyaklık sınırlarında dolaşır bilemem bilgasayara vista yüklettiğimde pc kimliğimin aynen belgeleriminde adı olduğunu görünce buna pek dokunmayıp aynen böyle kullanmanın daha mantıklı olacağını düşündüm. Ne yalan söyleyeyim masaüstüne bakıp kendi adımı görmeyide seviyorum.

Bir diğer belirtmeden geçemeyeceğim dosyamda kod adı movies olan dosyamdır. Kendisi sadece indirdiğim filmleri değil Dizileri ve albümleride kapsayarak oyun oynamadığım zamanlarda pcde en sık ziyaret ettiğim ve beni eğlendiren şeyleri barındıran doya olmasıyla kendisine masaüstüne bir kısa yol edinmiştir.

Son olarak arkaplana gelirsek. Nette özel olarak arka plan aramaya üşendiğimden pcdeki en güzel kayıtlı resim olduğuna inandığım bu resmi arka plan olarak kullanıyorum. Yaklaşık altı aydırda kullanmaktan sıkılmadım.

Her ne kadar son olarak diyerek üst paragrafa giriş yapmış olsamda bu noktada ufak bir ekleme yapayım. Bu mimi, bu yazıyı okuyan herkese ama özelliklede azura'ya armağan ediyorum.

24 Mayıs 2009 Pazar

İnsanın Kendi İle Olan Mücadelesi

Bir önceki gece yaklaşık 3-4 gibi yatıp 8'de kalkmamdan dolayı bütün gün yorgun ve bitkin hissediyordum kendimi. Şimdi ise saat yine 3'ü geçiyor. Bedenim git yat dinlen rahatla diyor. Ama aklım kendini rüya alemine bırakmak konusunda öğlenki kadar istekli değil. Hazır hem bu kadar yorgun ama yinede bu kadar uyanık kalmak istiyorken kendime en uygun meşgalenin bu durumu buraya yazmak olduğunu düşündüm.

Daha doğrusu insan bazen ne istediğini yada neye ihtiyacı olduğunu bilsede bu bildikleri uygulama konusunda o kadarda istekli olmuyor. Bu konuda hatırladığım en eski anım küçükken hasta olduğumda yaşadıklarımdır herhalde. Hepimiz mini mini bir çocukken hastalandığımızda ilaç almaktan hiç hoşlanmazdık herhalde (bunun aksine inananları yada ilacım faydası konusunda kendi bilincini ikna eden insanlar bu yazıyı okuyorsa o şahısların önünde saygı ile eğiliyorum) hatta bu ilaçtan kaçmak için her yolu deneyebiliyordu insan o zamanlarda. Ben kendimi aileme iyileşmiş gibi göstermeye çalışarak ilaçtan yırtmaya çalışmıştım mesela, sonunda ise hastalık tekrar güçlendiğinden normal zamanda iyileşeceğimden daha uzun sürede iyileşmiştim.

Peki bunun için o gün pişman oldun mu derseniz cevabım hayır olur. Hatta bu gün bile bu soruya gönül rahatlığı ile aynı cevabı verebilirim. Bir aralar bu düşünce tarzının hafiften çatlaklık olduğuna inanırdım. Ama zamanla farkettimki bu durum mantık sınırlarını zorlamadıkça o kadarda anormal bir şey değil. Sonuçta insanlar ihtiyaçları için bile olsa acı çekmeye yada yapmak istemedikleri şeylere kolay kolay razı olamaz. Razı olduğu anda ise artık kaçacak bir yeri kalmamış tamamen teslim olmuştur. Ehhh daha önce yazdıklarımda inatçı ve teslim olmayı sevmeyen biri olmam hakkında pek çok özeleştiri yada analiz yaptığımıda düşünürsek benim için bu konunun dahada önemli olduğunu söylemem çokta abes olmaz.

Fakat ne olursa olsun insanın böyle anlarda zaten belli nedenlerden dolayı normal halinden uzakken buna ek olarak birde kurtuluş yolu ile mücadele etmeyi seçmesi cidden tuhaf ve üstünde düşünülmesi gereken bir durum. Hatta az önce dediğim mantık sınırları böyle kendi içinde mantıksızlık taşıyabilen bir konuda nasıl belirlenir sorusunun cevabı hakikatende pat diye verilebilecek cinsten bir cevap değil.

Ancak insanoğlu o tür bir durumla karşılaştığında yapısı gereği bazı kişisel özellikleri ön plana çıkıyor ve adeta bir refleks gibi çalışıyor. Kendi açımdan bu tür olayları yaptığımda bu duruma mantıklı bir açıklama bulmaya çalışsam herhalde bunu asla başaramam. O anda farkında olmadan sanki hiç bir sorunum yokmuş ve karşımda bana sunulan acı reçeteyi tamamen gereksiz ve işe yaramaz görüyorum. Daha sonra ise bunu neden yaptım ben dediğimde aklıma ancak bu yazıda da sık sık belirttiğim bu faydalı olsada yapılması zevk vermeyen şey olgusu geliyor.

Peki bu olgu için bulunabilecek en iyi örnek (ki bu yazıyı yazma konum bile şu olgu ile bu kadar örtüşmüyorken şimdi vereceğim örnek bu olgu için sözlükteki karşılık olabilecek cinsten) ne deseler hiç düşünmeden ders çalışmak derim.

Bu konuda dürüst olmak gerek. Dünya üzerinde hemen her insan ders çalışmanın kendisine öyle yada böyle bir fayda getireceğini bilir. Ama yinede hiç bir insanoğlunun boş zamanlarındaki hobileri arasında ders çalışmak yoktur (vardır diyenler karşısında saygı ile eğilmek yerine alaycı bir gülüş ile yüzlerine bakarım belirtmeden geçemeyeceğim). Ders çalışmak insanoğlunun en ortak ve en sık görülen kendi kendi ile mücadele etme nedenidir.

Peki böyle bir konu hakkındaki bir yazı nasıl biter dersiniz. Yazıyı yazan insan daha fazla yorgunluğa dayanamayacak kadar yorgun olduğundan yazıya bir nokta koyma gereği duyar elbette.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Mayıs Geldimi Hayat Ne Acaip Öyle Vapurlar Falan

Aslında aklıma yazılmaya değer bir şeyler vardı ama bir türlü çok öne çıkan bir şey olmadı. Bende hazır havalar ısınır yaz ufaktan gelirken Daha doğrusu bir mayıs ayında olan bitenden bahsedeyim diye düşündüm. Fakat böyle kıldı tüydü çiçekler açtı böcekler uçtu tarzından daha farklı daha yaratıcı bir şeyler yazmak niyetindeyim. Ha bunu nasıl yaparım işte onuda yazdıkça o an bir şekilde kurgulayabilirim umarım.

Mesela mayıs ayı demek tatillerin başlangıcı demek. Önce 23 nisan ardındanda 19 mayıs ile öğrenciyseniz o senenin ilk hafta içi resmi tatillerini yaşarsınız. Hoş çalışma hayatına geçincede durum çok değişmiyormuş onu fark ettim. Sadece o iki tatil günü çok daha yararlı ve değerli hale geliyor.

Yine bu dönemlerde spor dallarını takip edenlerin sevdiği şeyler olur. Özellikle basketbol ve futbol liglerinde sezon sonları gelmektedir. Artık kimler kazanacak kimler kaybedecek belli olacaktır. Bundan dolayıdırki pek çok unutulmaz maç ve performans bu dönemlerde gerçekleşir. Özelliklede NBA'i takip ediyorsanız bu dönemde uykusuz bir yaşam tarzını benimsersiniz.

Mayıs ayı ile birlikte gelen bir başka güzellikle sinemalara önemli prodüksyonları gelmeye başladığı dönemdir. Daha doğrusu senenin önemli gişe hasılatı yapması muhtemel filmlerinin öncüleri sinemalara gelir. Havalarda sıcaklamışken klimaları serinleticiliğininde etkisiyle sinema salonunda bir kaç saat geçirmek hiçte fena olmuyor.

Mayıs ayının ilk haftasının benim sevdiğim atraksyonlarından biride Hıdırellez'dir. İnsan gerçekleşemeyecek olsada acaba diyerek hayallerini bir kağıda çizmek için tatlı bir uğraşa girmesi. O sırada acaba şu mu olsa yada bu mu olsa diye hangi dileğini kağıda dökeceğini karar vermeye çalışırken o hayallere dalıp zamandan ve mekandan ayrılıp o hayallere dalmak her sene daha fazla hoşuma gidiyor sanki.

Bu dönemin bir başka güzelliği ise günlerin uzamasıdır elbette. Saat akşam beşte hava karardığında insanın dışarı çıkıp hiç bir şey yapası gelmiyor. Ama hava akşam dokuza doğru kararmaya başladığında insanın öğleden sonra diye algıladığı zaman dilimi çok daha kullanışlı bir hal alıyor. Ayrıca bu dönemde genelde pek yağmur yağmadığını belirtmeme gerek varmı acaba.

Mayıs ayı ile birlikte kalın ve ağır elbiseler ufaktan kalkarken kısa kolluların gardroptan çıkmasının güzelliği bahar temizliği angaryalarına katlanmaya bile değiyor. Kısa kolluları giyecek hava olsun ben perde asmaya mutfak dolaplarının yada gardropların en üst kısımlarını silmeye razıyım.

Son olarak başlık her ne kadar boş şeyleri anlatmak için kullanılan bir söz öbeğinin deforme edilmiş hali olsada yinede kapanışı vapurlarla ilgili bir konu ile yapalım. Efendim tahmin edileceği üzere mayıs ayı ile birlikte artık vapurda açık kısımlarda kapşonu burnuna kadar indirmeden deniz havasını içine çekebilir hale geliyor insan. Belki etraf kıştan daha kalablık oluyor ama manzarayı izlemek daha kolay olduğundan bu kabalığıda görmezden görmeye çalışıyorum.

Yazmaya başladığımda aklımda böyle bir liste yoktu ama şöle bir baktımda mayıs ayında amma çok şey olup bitiyormuş ki illaki bir şeyler unutmuşumdur. Hakkaten acaipmiş.

NOT: Bir önceki yazı ile beraber blogda 100 yazıya ulaşmanın gururunu onurunu yaşadım. Umarım yıllarca üşenmemde daha çok 100ler yazarabilirim bu blogda. 101. yazıda vatana millete hayırlı uğurlu olsun :D

5 Mayıs 2009 Salı

Kahve Sevmem Ama Kahve Kokusuna Bayılırım

Genelde yazı yazarken gözlemlediğim şeylerden yola çıkarım. Bu seferde yine benzer bir şey söz konusu ama bir anlık olaydan lafı çok farklı yerlere getireceğim bir seyirde olacak. Evet efendim mevzuya başlığı açıklayarak başlamak gerekir sanıyorum.

Başlık bu gün fark ettiğim bir olay aslında. Ben normalde Türk Kahvesi yada Nescafe olarak adlandırdığımız hazır kahve çeşitlerini kullanan biri değilim. Bunların yerine çayı tercih ederim. Fakat öğleden sonra işte bir arkadaşım kupasına kaşık kaşık kahve doldururken kahvenin kokusunu derin derin içime çekerken buldum kendimi.

Ne yalan söyleyeyim çay içmeyi sevsemde en taze ve en demli çayda bile kahvenin bu dikkat çekici kokusunu alamam. Yinede aklımda kahve içmek geçmez. Fakat o koku yok mu o koku işte o bambaşka bir şey.

Daha sonra akşam eve dönerken aklıma geldi. Hayatta bazı şeyleri normalde kullanılan şekillerden farklı amaçlar için kullanırız. İşte bu ufak andan yola çıkıp bunun hakkında biraz kafa yorayım ; daha doğrusu bu tür şeyleri neden yapıyoruz onun hakkında bir şeyler yazıp çizeyim diyorum.

Ben kendi adıma öncelikle şunu söyleyebilirim. Bu tür farklılıkları yaşamaktan inanılmaz keyif alıyorum. İnsanların benle aynı şeye bakıp benim gördüğümü görememelerinin bir ego tatmini olduğunu itiraf etmem gerekiyor.

Bu itiraftan sonra konuya dönmek gerekirse; insan arada hayattan farklı şeyler bekliyor. Hatta bu beklentileri bazen normalde zevk almadığı şeylerden bile kaynaklanabiliyor. İşte bu noktada zevk almadığınız şeylerin zevk alınabileceği bir yönünü arıyor insan. Zaman zamanda buluyorlar bu tür farklı bir yönü.

Aslında bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde buna benzer durumlar hakkında bir kaç örnek vereyim diye düşünüyordum. Ama yazdıkça fark ettimki bu duruma farklı örnekler vermektense durumun kendisi üzerinde durmanın daha doğru olacağına inanmaya başladım. Yada daha uygun örnekler aklıma gelmediğindende olabilir bu konuda kendimi tam anlamı ile ikna edemedim aslında.

Neyse efendim ne diyorduk işte bu durumlar insanın hayatına çok farklı renkler katıyor. Çünkü yaşadığımız hayatta artık o sadece böyle ufak şeylerle haleti ruhimizi değiştirebiliyoruz. Ancak çok ciddi depresyon anlarında insanlar büyük çaplı farklılıklar yapabildiğine ve kurulu düzenlerimizi ancak çaresiz kaldığımızda değiştirdiğimizde hayatta farklılaşmak için artık elimizde bir bu kaldı.

Asıl ilginç olan ise bende diğer bir çok insan gibi bu durumu çoğunlukla fark edemiyor. Hayat kendine başka yollar açarken hiç hissetmiyor, hiç çaktırmıyor. Fark ettiğinizde ise benim gibi tembellere bile böyle yazılar yazdırabiliyor.

26 Nisan 2009 Pazar

Blog, Sahibi Bloggerın Aynası(mı)dır

Aynı konu hakkında ben yazmaya karar verene kadar iki kez mimlenmişim. Hem Voodo Girl hemde Turuncu Lacivert aynı konuya meze olunca bu konu hakkında yazmayı daha fazla geciktiremedim. Efendim konu takip ettiğimiz blog sahiplerinin (Blogger olarak adlandırmak daha kısa geldiğinden yazının kalan kısmında ve başlıkta bu şekilde kullandım ve kullanacağım) nasıl oldukları hakkında bazı tahminlerde bulunacağız


sLn: Mimi gönderenlerden başlamak gerekir diye düşündüm. Öncelikle kendisi gelecekteki potansiyel mesleği öğretmenlikle ilgili bazı kaygılar yaşasada bence ilerde bu mesleği icra edecemse klişe öğretmenlerden olmayacak gibi gözüküyor. Ayrıca kendisinin ciddi bir Tim Burton, Johnny Depp ve Zardanadam fanatikliği var gibime geliyor. Bunlar haricinde yazılarında bol bol bahsettiği Lost ve Heroes dizileride favorileri arasında sanırım. Birde bu aralar baya bir karikatür (özellikle Yiğit Özgür) bombardımanına başlamasıda kendisinin iyi bir Penguen ve Uykusuz okuyucu olması ihtimalini doğuruyor. Neredeyse unutuyordum kendisinin şiir ve Taksim ile olan ilgi ve alakasınıda takdir etmemek olmaz diye düşünüyorum.

melankolikdeli: Her şeyden önce blogn görüntüsüne bakınca bende çok düzenli birinin karşımda olduğu hissini yaratıyor. Ayrıca sık ve gündemdeki konular hakkında yazabilmesi etrafında olan biteni takip eden biri olduğuna işaret. Buna ek olarak bu konu hakkındaki yazısında bloggerları çizgi film karakterleri ile eşleyebilecek kadarda yaratıcı biri. Unutmadan Ünlü grubu hakkındaki yazısı ile bu grubu hatırlayanlar arasında bir tek benim olmadığımı görmemi sağlamış olmasından dolayıda ayrıca teşşekür ederim.

A.NUR: Her ne kadar kendisi blogunda yazmaya bir süre ara versede (umarım bu ara kısa olur diye belirtmedende geçmeyeyim) kendisini burda anmamak olmazdı. Öncelikle kendisi ben daha bir çok blogu pek böyle takip etmeyip arada bir aklıma gelenleri karalarken benim blogu bulup yorum yazabilecek kadar araştırmacı bir kişilik. Bu detayın dışında yazılarından anladığım kadarı ile son derece duygusal biri ve etrafındakiler onu kırdığında bunun kesinlikle üzerinde bir izi oluyor. Yazdığı kişisel temalı yazılara bakınca oda genelde kafasına takılan konular ve durumlar hakkında kendi ile tartışarak bir sonuca ulaşmaya çalışıyor. Birde son yazılarına kadar yine şiirlere yer versede son dönemde şiirlere ve dörtlüklere daha fazla önem vermeside en başlarda dediğim duygusal kişiliğin bir başka göstergesi sanırım.

Canan: Kendisinin genel olarak yaşadığı olaylardan yola çıkarak yazılar yazması iyi bir gözlemci olduğunun habercisi. Tabi birde bu olayların çoğunda şanssızlığında yakasını bırakmıyor oluşuda gözlerden kaçmıyor. Ama kendisi yinede bu durumları oldukça eğlenceli bir üslupla anlattığından insan bunu yazanın espri kabiliyeti olduğunu anlamakta zorlanmıyor. Birde kendisinin bir yazısından anladığım kadarı ile oda bir Chuck hayranı. Umarım dizi bitmez notunuda araya sıkıştırsam iyi olacak bu arada.

Findullas: Yeni yeni takip etmeye başladığım bir blog olduğundan çok fazla değerlendirme yapabilecek alt yapıya sahip değilim henüz, yinede karşımızda sanatın farklı dalları ile ilgili biri olduğunu (sinema, müzik, edebiyat ve fotografçılık ilk dikkatimi çekenler oldu) söylemek mümkün. Bunun haricinde hem yazı tarzında hemde forumdaki 18+ ibaresindeki gibi espriler bloggerın hiçte sıkıcı biri olmadığını gösteriyor.

T.U.B.A.: Aslında bu bloggerın daha kişisel ve daha kendi olduğu bir bloguda mevcut ama ben bu blogdaki konsepti çok sevdiğimden bu adresi vermeyi uygun gördüm. Öncelikle karşımızda blog şablonları için ayrı bir blog hazırlayacak kadar işin mutfak kısmını bilen biri var. Ayrıca eski Türk filmleri hakkında blog açabilecek kadar onlarla ilgili biri olduğunu belirtmemek olmaz diye düşünüyorum. Bunlar haricinde kendisinin yazılarına bakınca iyi bir gözlemci olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca bir kedi severlik ihtimalide seziyorum blogdaki bir kaç resimden. Unutmadan son olarak Slumdog Millionaire o kadar kötü film değil bence notunuda son yazısını görünce eklemeden duramadım.

CESETİZLERİ: Yine blogun şekline bakınca renkli bir kişiliğin izlerini görüyorum. Beyaz bir temada olsa kullanılan resimler ve bazı başlıklardan dolayı bu konuda karar vermekte pek zorlanmadım. Ayrıca yazılan yazılara bakınca çok çeşitli konulara girebilmesinden dolayı hem gözlem hemde araştırma yeteneği olan birinin kaleminden çıktığını düşündürtüyor insana. Ayrıca blog temasına sirayet eden renkli tarz yazıların tarzınada etki etmiş gibime geliyor. Birde "bizim bi arkadaş" serisinden dolayı sanki bir Uykusuz okurluğu var gibime geldi.

Aslında kişisel yazıların yazıldığı ve benim takip ettiğim bir kaç blog daha var ama onları buraya koymayışımın nedeni onların bu yazıda olmayı hakketmemeleri değil elbette sadece benim yazıyı o kadar uzatmaya üşenmemdir. Hele birde takip ettiğim spor içerikli bloglarada girsem çıkışım mümkün olmayacaktı. O nedenle diğer takip ettiğim bloggerlardan özür dilerim.

21 Nisan 2009 Salı

Beyaz Perdeden Yansıyanlar #1

Yeni bir seriye başlamaya karar verdim. Bu seride sevdiğim filmlerden birinden unutulmaz karelere yer verip bu resimleri yorumlayarak filmi izleyenlerin anılarına tazelemeye çalışacağım. Seriye çok sevdiğim filmlerden olan Saving Private Ryan ile başlıyorum.

Bir grup asker az sonra başına geleceklerden habersiz çıkarmayı bekliyorlar. Gerçi en deneyimli olanların bile yüzünde endişe duygusunun bu kadar net görünmesi olacakların habercisi gibi gözüküyor.


Normalde sahiller insanlara dinginlik verir. Helede böyle yazın insanların güneşleneceği cins sahillerden ziyade kapalı havada bol dalgalı denizin olduğu sahiller bir başkadır. Böyle yerlerde insan sadece kendinin ve dalgaların sesini duyabilir. Fakat doğa ana ne yaparsa yapsın insan oğlu karar verdiken sonra böyle bir yeri bile cehenneme çevirebilir. İnsanların birbirini mümkün olabilecek en vahşi şekilde öldürmek için böyle bir yeri seçmesi ne kadarda tuhaf aslında



Bana kalırsa bu savaş ve kaosu anlatan enfes bir kare. Normal zamanda insan şöyle evlerin etrafında gezip o sokaklarda gönülünce koşuşturabilecekken şimdi bir avuç asker bu güzel manzaraya daha fazla zarar vererek orayı korumaya çalışacaklar. İnsanın can derdine düştüğünde geri kalan şeyleri nasıl geri plana atabildiğinin resmidir bu.


Ve işte unutulmaz final sahnesi. Bir adam tüm umudunu kaybetmiş artık son anlarını yaşarken bile inandığı şey için mücadele etmekten vazgeçmiyor. Az sonra olacak mucize onun durumunda birini bile şoke edecek kadar inanılmaz. Ama buna rağmen şu an için Yüzbaşı yolun sonunda kaçabilecek hiç bir yeri olmayan adamın heykeli olmuş adeta.

Evet serinin ilk denemesinide yapmış olduk. İlk seferden dolayı elbet bazı eksiklik ve problemler olmuştur illaki ama bir sonraki sefere daha iyisini yapacağıma çalışacağımın sözünü verebilirim.

Son olarak; I'll see you on the beach

14 Nisan 2009 Salı

Ben Bloga Blog Demem, Blog Benim Sevdiğim Gibi Olmazsa

MiScHiEF! tarafından mimlenmişiz. Konuda pek bir güzelmiş. O nedenle gelen pası fazla gecikmeden değerlendireyim dedim. Konuya gelecek olursak; en özetle genel olarak takip ettiğim bloglarda hoşlanmadığım şeyler nelerdir. Evet efendim artık ufaktan bloglarda sevmediklerimiz listesine başlayalım.

- Öncelikle blog arkaplanlarının rengi ile başlamak istiyorum. Arkaplanda döşeme yerine aynı resim karesi ile kaplı arkaplanlar çok fazla göz yorabiliyor. Birde her ne kadar takip ettiğim bloglarda siyah arkaplan üzerine beyaz yazı rengi tercih ediliyor olsada buda bana göz yorucu geliyor ne yalan söyleyeyim.

- Bir başka sorunda bloglarda müzik kullanılmasıda bana hoş gelmiyor. Müzik dinleyerek yazıları okumak istersem bunu kendi istediğim şarkıları dinlemeyi tercih ederim. En azından müzik konacaksada okuyucunun keyfine göre açıp dinleyebileceği şekilde olması daha hoş olabilir.

- Sonraki eleştiri konum ise yazılarda olmasada gadget ve widgetlarda kullanılan yazı karakterleri olabilir. Bu kısımlarda aşırı göz alıcı karakterler kullanılması insanı okuduğu şeyden ziyade bunlara bakmaya itiyor.

- Olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir konuda blog yazılarındaki akıcılık ve dil kurallarının doğru kullanılması. Tamam kimse TDK üyesi gibi olsun demiyorum ama en azından bir nokta, bir virgül bir ayırma işareti kullanılarak yazılanların anlaşılır hale getirilmesi çok önemli.

- Kendimde sık sık kişisel olaylardan bahseden yazılar yazsamda bunda belli bir sınır olması gerektiğine inanıyorum. İnsan kendi dertlerini anlatarak rahatlamak ister tamam ama hayatının en ince ayrıntılarına kadar anlatan insanları anlamakta güçlük çekiyorum.

- Başka bir olayda kenarlarda kullanılan resimler. Resimleri bende kullanıyorum ama bunları fazla insanın gözüne sokmadan yapmak lazım. Merak eden istediği gibi aşağı doğru inip bakabilir ama solda zaten üstte bir dolu liste varken birde sağ tarafa bu resimleri dizip yazıları araya sıkıştırmak görüntü olarak pek hoş olmuyor.

- Ehh birde blogda kullanılan uslüpte çok önemli. Konuşur gibi bir tarzda yazılan yazılara itirazım yok. Ama dostlar kıraathanesinde çift okeye dönen adam tarzı bir uslüple birde küfürün gözünü çıkaran cinsten yazıların olduğu bloglar pek ilgimi çekmiyor açıkçası.

- Sevmediğim bir başka şeyde blog yazarının okuyan insanları küçük gören bir dil kullanarak yazı yazması. Sanki yazıları ile insanların gözünü açıp onları bu dünyada yol gösteriyormuş gibi davranmaya gerek yok. Sonuçta hepimiz aynı hayatı yaşıyoruz. Tek farkımız yaşadıklarımızdna farklı gözlemlerimiz olması.

- Birde takip ettiğim pek çok spor blogunda gördüğüm bir şey varki bu aslında pek blog yazarının suçu sayılmaz. Yorumlara adsız olarak hakarete varan yorumlar bırakarak o yazan insanında yorumları okuyan insanlarında tadını kaçıranlara sinir oluyorum.

Evet efendim sanırm benim bloglarda sevmediğim şeylerin önemli bir kısmı bunlar. Şaka maka bayada şey varmış blogları beğenme kriterlerim arasında.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Post-İt Notları #9

- Aslında hiç lafı eveleyip gevelemeyip bu aralar aklıma takılanlara sıralayayım demiştim ama yinede içim elvermedi. Böyle hem meramımı anlatan hemde giriş özelliği gösteren bir şey yazması en güzel diye düşündüm.

- Hemen ilk söylemem gereken bir şey varki onu söylemeden geçemeyeceğim. Şu yeni çıkan kredi kartı Adios'un reklamları inanılmaz itici olmuş. Hele o cazcı kardeşler kılıklı müzisyenler ve süper itici kampanya şarkısı ile kartı alma niyetim olsa vazgeçerdim.

- Reklamlardan başladık aynen devam edeyim. GS Mobile reklamlarını ise çok beğendim. Her ne kadar Galatasaray taraftarı olmamın bunda etkisi olması ihtimalinden şüphelensemde; özellikle Kewell ve Arda'lı reklamlar hakikaten çok hoşuma gitti.

- Nisan ayınında gelmesi ile havalar ne güzel oldu böyle. Son iki haftadır neredeyse yaza el sallayan havalar sağolsun öğlen tatillerinde gezip hava alma şansımız oluyor. Gerçi bu sıcaklar insanı arada terletsede soğukta üşütüp hasta olmaktan daha güzel.

- Hem havalar açmış hemde yaz saati uygulaması başlamış olduğundan daha hala gün batmamışken evde olduğumda sanki normalden daha erken gelmiş gibi hissediyorum. İnsan yoğun hafta içi aksiyonlarında böyle ufak motivasyonlar olmadan zamanı geçirmek hiç kolay olmuyor.

- Benimde bir basketbol dergisinde yazarlık yaptığım dönemde 4-5 farklı dergi vardı. Hepsinde ayrı insanların ayrı yazılarını okumak çok güzeldi. Fakat çok değil bu olayların üzerinden 5 yıl geçmesinden sonra geçtiğimiz günlerde öğrendim ki piyasada kalan son dergi olan Slam'de yayın hayatına son vermiş. Ne yalan söyleyeyim geçen bu zamanda bu hale gelinmiş olmasından dolayı açıkça üzüldüm. Pek çok dergi yazarının hiç bir maddi beklenti içinde olmadan mesaisini ayırarak yazdığı onca yazının artık dergilerde olmayacak olması insana acı veriyor. Sanırım internet yazılı basını böyle yutmaya devam edecek gelecekte de.

- Bu aralar vizyonda çok fazla film olmasada hem sinemada olanları hemde netten bulabildiklerimi izleme şansım oldu. Açıkçası genel olarak macera filmlerini seven biri olsamda son zamanlardaki filmlerin ciddi bir kısmı izle unut tarzı pek akılda yer etmeyen filmlerden oldu. Ha yinede izlediğime pişman oldum diyemem.

- Geçen hafta Obama'nın gelişi pek çok insanın evine yada işine gitmesine engel olmuş olsada ben bu sayede hem işten erken çıktım hemde benim yolum üzerinde pek bir engel yoktu. O nedenle Obama benimde saygımı kazandı. Kendisinede teşşekürü borç bilirim.

- Nisan ayı sağolsun senenin ilk resmi tatilini ayın 23'ünde yaşayacağım. Açıkçası haftasonu tatili bana pek yetmediğinden. Fazladan bir gün uyumak ve dinlenmek çok iyi gelecek gibime geliyor. Hele birde üstüne 1 Mayıs'ta tatil olursa iki haftada fazladan 2 gün tatil çok güzel olacak. Hemde 1 Mayıs stresi yaşamamış olacağım.

- Kapanış içinde şöyle yaratıcı vurucu bir şey yazayım dedim ama aklıma gelmedi. Neyse bu seferlikte biraz böyle sönük bir kapanışla olsun.

4 Nisan 2009 Cumartesi

The Day The World Went Away

Neden?

Nasıl?

Niçin?

Nerede?

Ne zaman?

Kim?

En bilindik sorular. Ama sorular sormak bazen çok nedensiz çok gereksiz geliyor. Bazen insan cevaplar aramaz yada pozitif cevaplar aramaz. Hayatında yeni bir adım atmak için negatif cevaplarda gerekir. Fakat bu başka bir hikaye, şu anın hikayesi değil belki başka bir zamanda başka bir yerde anlatıcağımı umduğum bir şey.

Peki neden bunlardan başladım. Açıkçası pek bilmiyorum ama bu yazının ana temasıda karmaşa ve bazı şeylerin saçmalığıydı kafamda. Bu nedenle aklıma gelen ilk saçma şeyle lafa girmeyi uygun buldum.

Evet bu aralar sorular bana saçma geliyor. Cevaplarını aramayacağım yada öğrenmek istemediğim bir sürü soru dolanıyor aklımda. Kafamı dolduruyorlar ama hiç birinin gözümde tüy kadar değeri yok.

Bunaldığımı hissettiğim dönemlerdeyim. Her şeyin anlamını yitirdiği, gördüğüm duyduğum şeyleri zaman zaman kendimden kilometrelerce uzaktaymış gibi algıladığım bir ruh halindeyim. Bu durumda olan her insan gibi çevre yada kendinle ilgili olan bitenler hakkında muhakeme yapmak insanın pek yapmak istediği şeyler arasında olmuyor.

Her sabah kalktığımda yataktan kalkıp güne başlamak için bir kaç neden arıyorum. Ama son zamanlarda hayaller aleminde kalmamak için kendimi kandırmak eskiye oranlar çok daha zor geliyor. İnsan gerçeklik için kendine yalan söyleyebilir mi? Alın işte cevaplamakla uğraşmak gerekecek bir soru daha.

Bunları yazmama neden olan son olay ise 30 dakika önceydi. Kadıköy'den otobüse binip evime dönüyordum. Bir anda koltuğa oturduğumda kendimi 4-5 sene önceki gibi hissettim. Sanki az önce Avcılar'dan otobüse binip okuldan eve dönmek için yola çıkıyormuşum gibime geldi. Onca yılda hayatta ne değişti peki diye bir soruya takıldı bu seferde kafam.

Verebildiğim en mantıklı cevap artık sırt çantam olmadığı ve düzenli olarak traş olmak zorunda olduğumdu. Böyle ruhsal ve hatta zorlarsak felsefi olacak bir soruya bile bu kadar fiziksel ve hiç zorlanmadan yüzeysel olarak adlandırılacak bir cevap verince sorularda üşendiğimin iyice farkına vardım.

Bıkkınlık ilginç bir şey aslında. Eskiden hayatla mücadele ederdim. Kavga etmekten çekinmezdim. Onca şeyin onca gürültünün bir faydasını görmedim. Sonunda bende olana bitene sabır gösterip kendi halimde, kendi yoluma gideyim dedim. Fakat sabır göstermek kavga etmekten daha büyük mücadele gerektiriyor. İşte bu noktada ne kadar mücedeleden kaçmayan biride olsan bir noktada artık uğraşmaktan bıkıyorsun. Peki bu durumda ne yapabilirsin. Ancak sabah yataktan kalkmanı sağlayacak daha iyi bahaneler ararsın.

Nedir sorun, nedir bu halin sebebi. Bu sorular bile artık beni eskisi kadar motive etmiyor. Hayatı bir şeyler yapmak için motive olması gereken ve anlık doğaçlamalarla gerektiğinde durumdan sıyrılan biri olarak yaşadığımdan artık sorulara cevap aramak için geçmiş labirentine girmeye pek can atmıyorum.

Depresif bir ruh halindemiyim. Pek sanmıyorum. Sadece bahara giriş öncesi havaların değişmesinin benim üzerimdeki etkisidir muhtemelen bu durum. Yinede her bahar bu ruh hali ile 1-2 ay yaşamak kolay değil.

Not 1: Bu yazı tamamen anlık akla gelen konu başlıklarından anlık ve keyfe göre bir sıra ile yazılmıştır.

Not 2: Başlığı bulmamda etksi olan şarkı Nine İnch Nails'dan geldi. Bende ilk Terminator Salvation fragmanında keşfettim

30 Mart 2009 Pazartesi

Ey Hayat Öğret Bana

Pesona Non Grata tarafında gayet güzel bir konu hakkında yazmak adına mimlenmişiz. Eh böyle güzel pası almışken değerlendirmemek olmak diyerek direkman oyuna girmek gerekir. Evet efendim konu en özetle hayattan öğrendiklerim. Ehh kendi hayatı konusunda zırt pırt yazan bendeniz için gayet çekici bir konu cidden. Neyse lafı dolandırmadan mevzuya doğru geçelim ufaktan.

Hayattan ilk olarak arkadaşların önemi öğrendim. Özelliklede başının belaya girebileceği durumlarda kendisine güvenebileceğiniz arkadanışlarınız olması zaten çok rahatlatıcı bir duyguyken insanın kendi arkadaşları için böyle bir rahatlatma sağlayabilmeside ayrıca özel bir duygu bana kalırsa.

İlk okulda öğrendiğim bir başka bazen bazı şeyleri yapmak için hayatta bazı şeyleri feda etmek gerektiğini öğrendim. Hiç bir başarının bedelsiz ve bedava elde edilemeyeceğini edilsede bunların asla kalıcı olmadığını yaşaya yaşaya dahada doğrusu bedel ödeye ödeye öğrenmek pek o kadar lezzetli bir durum olmasada eğer olgunlaşma denen bir olgu varsa insan ancak bu yolla olgunlaşabiliyor sanırım.

Yine o dönemlerde öğrendiğim bir şey varsa hayatta risk almaktan çekinmemek gerektiğidir. Tamam hinsan risk almadan ortalama bir hayat için kıt kanaat geçinebilir ama bir şeyler isteyen arzulayan her bünye bir şekilde bir yerde risk almaktan çekinmemek gerekiyor. Elbette bu risk almak illa istediğini elde etmek değil bunada ayrıca değineceğim birazdan.

İlkokul döneminden hatırladığım son ama en önemli şey ise veda etmekti. Önce o dönemde ailemden bazı yakınlarımı kaybettim. Hayatta yaşadığım ilk kayıp, hayatın boyunca tanıdığın bildiğin yakın birini bir daha göremeyeceğini fark etmek yeterince acı hele bide annenin babanın ömrün boyunca hiç bu kadar perişan olmadığına şahit olmak. Hayattaki her öğrenilende tatlı olmuyor işte bazısı böyle yakıp geçiyor insanı. Bir başka veda ise ilkokulun sonundaydı. Beş sene boyunca tüm derdini tasanı paylaştığın pek çok şeyi beraber bir şekilde yaşadığın insanların bazılarını hayatlarıın sonuna kadar bir daha göremeyeceğini idrak etmek o an pek koymasada yaşadıkça anlıyordu insan.

Anadolu lisesine başladığım dönemde ise hayatta ders alma durumum hız kesmeden devam etti. İlk defa başka bir dil öğrenmeye başlamamla beraber hayatta daha fazla şey öğrenebileceğim kaynaklara ulaşabilmem bile bu dönemi benim hayattann öğrendiklerim konusunda ayrı bir yer eder.

İlk dönemlerde daha önce yapsamda şimdi yeniden değilde ilk defa arkadaş ediniyormuş gibi olduğumu fark ettim. Hem o zaman bilmesemde bu dönemde kuracağım arkadaşlıklar hayatımda çok daha uzun süreli yer kaplayacaktı.

Ondan sonra yavaş yavaş insan ilişkilerinde arkadaşlıktan daha fazlası olduğunuda öğrendim. Ama her şeyden önce bunu platonik boyutta yaşamak gerektiğini öğrendim. Hoş platonik kısmını biraz abartmış olsamda onun tadınında ayrı olduğunu öğrendim. Bu durum bana hayatta sabırlı olmayı bulunduğun duruma dayanma gücünü nasıl bulmam gerektiğini öğrettiki bu belkide hayatımda sonraki dönemde çok faydasını gördüğüm bir şey oldu.

Bu dönemde bazı şeylerden özellikle hoşlanıp bu konular için bütün boş vaktimi harcamam gereksede bunlardan vazgeçmemem gerektiğini öğrendim. Müziği, sporu ve sinemayı takip etmeyi, merak ettiğim konular hakkında pek çok kitap okuyarak kendimi geliştmem gerektiğini bu dönemde öğrendim.

Bunlardan sonra ÖSS'nin varlığını öğrendim. Daha doğrusu bundan sonraki bir kaç yıl boyunca bu sınavın hayatımın merkezinde olacağını hemen her şeyimin bu sınava hazırlanmak için ayarlanacağını öğrendim.

Hani risk almak her zaman kazandırmaz demiştim ya işte o noktadan bahsetmenin zamanı geldi. ÖSS zamanı bu sınava hazırlanmak ile hobilerime vakit ayırma arasında bir seçim yapmam gerekti. İşte bu noktada bir risk aldım ve ağırlığı hobilere verdim. İşte bununda bir sonucuda vardı. Daha az çalışan bir öğrencinin ÖSS'de yapabileceği başarıda belli bir düşüş olması kaçınılmaz. Ehh buda hem risk almak hemde bedel almak ile ilgili bir başka ders oldu benim için.

ÖSS illetide geçerken hayatta bir başka veda ile yenir bir şey daha öğrenmiş oldum. Bu sefer sadece arkadaşlara değil çocukluğada veda ettim. Artık 18 yaşın gelmiştim. 18 yaşın getirisi kadar bir çok sorumuluk sahibi olduğumu öğrendim. Çok şükür bunları öğrenirken zor yolda bir şeyler öğrenmek durmak durumunda kalmadım.

Üniversite hayatı ise eğitim katmanlarının belki en kısası ama hayat hakkında en çok şey öğreten dönemi belkide. Hepsini geçtim bu dönemde insan bir birey olmayı öğreniyor her şeyden önce. Ama yinede belli başlı bir kaç şeyi saymadan geçmemek lazım.

Öncelikle bu dönemde hayatta her seçimin, her adımın sonucunda insan kişiliğinin bir başka parçasının oluştuğunu öğrendim. Sonrasında doğru ve kendinle aynı frekansta insanların olduğu bir grubun parçası olmak gerektiğini öğrendim. Bu arada insanları farklılıklarına rağmen onları o şekilde kabul edip hiç birini hor görmeminin illaki faydası olduğunu çok etkili bir biçimde gördüm. Daha önce platonik olarak yaşadığım bazı duyguları daha somut yaşadım. Her ne kadar bu konuda hiç bir zaman çok kendini iyi ifade eden biri olmasamda çok güzel anılarım oldu.

Daha sonrasında ise okul hayatında dibi bulduğum bir dönemde daha önce en zor zamanlarda bile pes etmemeyi öğrenmemninde faydası ile hayatımda karşılaştığım en zor dönemden fazla zarar görmeden çıktım. Tabi yine gerekli bedelleri ödeyerek ve bazı seçimleri yapmak zorunda kalarak.

Bunlar dışında hayallerin peşinden gitmeden onlara ulaşılamayacağını öğrendim. Sadece o hayalleri kafamda yaşayarak bir yere varamayacağımı öğrendim. Hatta bazı hayallerimede ulaşma şansımı yaşadım. Bu hayallerimin takip etmem sayesinde pek çok arkadaş tanıdım pek çok özel anım oldu.

Tüm bunlardan sonra bir veda daha, bu seferse sadece öğrenciliğe veda ettim. En azında düzenli olarak öğrenci olmaya veda ettim.

Sonrası ise yüksek lisans ve iş bulma süreci. Bu dönemde insan bir şeyler öğrendiği kadar öğrendiklerini kullanması gerektiğinide öğreniyor. Ama bu dönemde iki şey öğrendim ki unutamam. Biri hayatta kendin dışındaki hiç kimseye tam anlamıyla güveneyemeyeceğim gerçeğiydi. Özellikle bazı hayal kırıklıkları bunu daha iyi anlatıyor. Bir başkası ise başka bir hayal kırıklığı sonucunda öğrendim ki bir şey istiyorsanız yolunuza çıkan şeyler iyide olsa kötüde olsa onla yüzleşip geçip gitmek gerekiyor.

İşte 25 senede aklımda kalan, yaşamımda köşe başı yer kapmış olaylar ve onlardan öğrendiklerimin bir kısmı bunlar. Aslında önceki doğum günü yazımdan sonra fenada olmadı bunu yazmak. Tam yerine oturdu hakikaten. Hemde fark ettimki hayat bana amma öğretmen olmuş.

24 Mart 2009 Salı

25

Konu bakımındab pek kolay olmayacak belki ama bunca zamandır bu blogda başlık bulma konusunda en az sıkıntı yaşadığım yazı oldu diyebilirim. Konuyu göz önüne alınca pekte zor değildi aslında ha birde bunu dün yazacaktım ama biraz harala gürele arasında kalacak diye korkarak erteledim. Bilmiyorum artık iyi mi ettim.

Evet daha önceki yazıda da dediğim gibi bu pazartesi itibari ile 25 yaşıma girmiş oldum. Hatta yine o yazıda dediğim gibi hayatımın çeyrek yüzyılı geride kaldı. İtiraf edeyim 25 yerine çeyrek yüzyıl demek hakikaten daha korkutucu geliyor insana. Ama yinede şu geçen zamanda olan biten yada olamayan ne var ne yok ona bakmak istiyorum. Onca yıl sonunda nereye geldim nereye gitmekteyim belki yazarsam benim için iyi bir anı olabilir.

Her şeyden önce şu kadar senenin çok önemli bir kısmında hayatımın merkezinde hep okul olduğundan en azından şimdilik öğrencilik ruhuma işlemiş gibime geliyor. Hala sınav veya ödev kelimelerini duyunca midemde bir karıncalanma olmuyor dersem yalan olacak.

Belki bu nedenle yüksek lisansın son bir senelik ksımında nerdeyse hiç okula gitmeyip evde oturabildiğim dönem hayatımın en huzurlu dönemi oldu. Bir öğrenci için okulun sadece bir gün ve iki saatlik bir süreçte olması nasıl güzel nasıl özel oluyordu anlatamam.

Yinede özel olarak bir dönem seçmem gerekirse, 1998 ile 1999 yıllarının kişiliğimin oluşmasında önemli etkileri olmasındanda dolayı oldukça değerlidir. Sevdiğim spor, sevdiğim müzike yada sinema ile olan ilgim hep bu dönemlerde başlamıştı. Hatta dergi okumak ilgili olduğum şeyleri takip etme takıntımda o dönemin eseridir. Elbette internetin evime girmeside o döneme rastladığından sanal alem ile olan ilişkimin başlangıcıda o yıllara dayanıyor.

Bunlar gibi ilk defa birileri hakkında bir şeyler hissettiğim dönemlerde sanırım o yıllardı. Ha onca yıllık zamanda o konuda olmam gerekenden daha çocuk ruhlu bir yapım olmasından dolayı pek kendimi geliştirdiğimi söylemem. Belki bu durum benim için bir reflekstir. Zamanı gelince içimde bu konuda sakladığım bir şeyler varsa ortaya çıkar diye bir umudum var yinede.

Hayatımın yine hep iyi anılarla anacağım bir diğer dönemide 2002 - 2006 arası oldu. Bu dönemde hem insan olarak hem öğrenci olarak dibide buldum çok özel yerlerede geldim. Özellikle 2004'e kadar olan dönemde çocuk olmaktan ziyade içinde bir çocuk olan genç adama dönüştüm sanırım. Ondan sonraki dönemde ise hayatımı daha dengeli bir yapıya oturtmakla uğraştm. Sevdiğim, zevk aldığım hobilerime ve ilgi alanlarıma yoğunlaşma fırsatı buldum. Ardından geleceğim hakkında ilk defa neler olabilir diye düşünmeye başladım.

O zamandan bu zamana ne yaptın ne ettin dersen hayatımı merkezine kendim için değerli olan şeyleri koyarak yaşadım. Çok komplike bir yaşam tarzı oturtmasamda kendi yağımla kavrulduğum ve yaptıklarımdan her şekilde zevk aldığım bir hayatım oldu. En azından insanlar söylüyor diye bir şey yapmaktansa kendi istediğimi yapabilmenin tadını çıkardım.

Peki tüm bu saydığım dönemlerden önce neler oldu neler bitti diyebilirsiniz. O dönemse hayatım çok daha basitti. Okul ve dersten arda kalan kısımda hayatımı arkadaşlarla top peşinde koşturmak ve çizgi film izlemekle geçirmiştim. Bu çizgi film tutkumun sanırım hayagücümü tetiklemesi daha doğrusu geliştirmesi gibi bir durumda onca zaman içinde olmuştur.

Ben sporu insanlar daha birbirlerini rekabet için gırtlamasından önce sevdiğim için pek öyle gözü kara taraftar profili çizmedim. Hemde sporun tek tarzını değil her tarzını izlemekten becerebildiklerimide denemekten zevk aldım. Özellikle takım sporları benim için hep özel oldu. Arkadaşlarınla bir amaç uğruna kenetlenerek elinden gelen her şeyi yapabilmek ve bunu yaparken eğlenebilmek hayatta olabilecek en güzel şeylerden biridir.

Evet onca senenin muhasebesi az yada çok böyle oldu. Gerçi muhtemelen az olmuştur. Onca anı onca yaşanmışlıktan illaki önemli bir kısmı unutmuşumdur. Ama yinede anlattıklarımda benim geçmişim dediğimde ilk aklıma getirdiklerim oldu. Belki dünyanın en şanslı yada başarılı adamı değilim ama yinede yaşadıklarımdan yada yaptıklarımdan hiç pişman olmadım. Hayatım beni yönlendirmiş yada hayat beni yönlendirmiş bir şekilde geldiğim noktada olduğum kişi olmak istediğim kişiydi.

19 Mart 2009 Perşembe

Tuhaf (Creep)

Çok düşünüp, düşündüklerimi yapamadığımdan

Kredi kartı harcalamalarımın yarısından fazlasını DVD alımlarımın oluşturmasından

Her sabah kalktığımda uykuya yeniden dalmak için iyi bir bahane bulamadığımdan

Mevzu ne olursa olsun onu istersem bir şekilde sinematografik bir yörüngeye oturtabildiğimden

Eskiden her şeye takıp gerekli gereksiz asabileşirken artık olanı biteni umursamadan kendi yoluma gittiğimden

Herkesin bir şeyi yapmasının benim o şeyi yapmam için bir neden olmamasından

İnadım tuttumu kendime zarar versemde bildiğimden şaşmadığımdan

Günün en sevdiğim saatinin işin paydos olduğu saat olmasından

Herkes yağmurda kapalı bir yere kendini atmaya çalışırken benim kafamı açıp o yağmurda ıslanmak istememden

Hayatımdaki eksiklikleri olduğu gibi kabul ettiğimden

İki ileri bir geri gideceğime üç durup bir gitmeyi tercih ettiğimden

Plan yapacağıma doğaçlama yaşadığımdan

Hırs yerine huzuru tercih ettiğimden

Konuşurken kafamda hazırladıklarımı hiç bir zaman hazırladığım gibi söyleyemediğimden

Şu konuyu yazmam lazım unutmamalıyım diyip bazı fikirleri hatırlamak için kırk takla attığımdan

Zayıflığımı, acımı gösteremeyip zaman zaman kendimi tükettiğimden

Hayatımı gizli saklı yaşamaktan ziyade basit ve açık yaşadığımdan

Yeri geldimi içmedende çakırkeyif olabildiğimden

Dostlarla vakit geçirmeyi bazen pek çok şeyin önüne koyabileceğimden

Bazen hayırda olsa bir cevap duymak için bazı soruları sorabildiğimden

Yeri geldimi basit ve hatta ucuz şeyleri bile sevebildiğimden

Hala ve inatla olgunlaşmamaya çalıştığımdan

Yaşlanmak ve sorumluluk almak yerine ıssız bir adada kendi halimde olmak isteyeceğimden

Ama ondan, ama bundan yada şundan hepsi yada herhangibiri yüzünden diğer insanlardan tuhafım. En azından zaman zaman bana öyle geliyor.

Not: Bu konuyu yazmaya karar verdiğimde aklıma şu şarkı geldi. Çok konsepte uydu mu emin değilim ama bana konuya soundtrack olmuş gibi geldi açıkçası.

16 Mart 2009 Pazartesi

Post-İt Notları #8

- Baktım bu aralar bir şeye odaklanıp ondan bahsedemiyorum (aslında bir konu var ama onu haftaya bugün yazmak istiyorum), Bende aklıma takılan ufak kırıntılardan bahsedeyim diyerek bayadır yazmadığım notlarıma sarılıyorum.

- Son bir aydır aşırı rutin bir hayat yaşadığımdanmıdır nedir haftalar su gibi akar oldu. Uyanıyorum pazartesi sora şak diye perşembe, pat diyede pazar oluyor. Hayır haftaiçi günler geçsin ona itirazım yok. Hatta memnun olurum. Ama şu durum cuma 18.00 ve pazar 23.59 arasında olmazsa çok süper olur.

- Bir önceki maddeye bakınca fark ettimki şu aralar hiç haftasonu tatili dışında bir tatil yaşayamadığımdan zihinsel olarak baya bir fazla yükleme riski ile karşı karşıya gibiyim. Tüm haftanın yorgunluğunu atabilmek için iki gün bana pek yetmiyor sanıyorum.

- Bu haftasonu (taktım haftasonuna haaaa :D ) uzun zamandır izlemediğim kadar çok sayıda film izledim. Açıkçası film seçimlerimin fena olmamasından mıdır nedir farklı tarzlarda filmleri izlerken pek kafam karışmadı. Ama yinede bir kaç hayal kırıklığı yaratan filmde oldu. Onlarıda aşağıda inceleyelim.

- Öncelikle ilk filmi çok ciddi beğeni kazanmış futbolda holiganlığı vurucu bir dille anlatan Green Street Hooligans filminin devamı olan Hooligans 2: Stand Your Ground ile başlamak lazım. Öncelikle filmin kadronun ilk filmdikei kadro ile alakası kalmamış. Sadece ilk filmde ekibin yancılarından olan Dave bu filmde esas eleman olmuş ki bu rol kendisine bir kaç gömlek ağır gelmiş. Filmin zaten bu noktada sırf ilk filmin ekmeğini yemeye çalışan tırt bir devam filmi olduğunu anlıyorsunuz. Birde bu yetmezmiş gibi filmin futbol ve holiganlıkla alakası kalmayıp son derece basit ve kötü bir hapishane filmi haline getirilmiş. Bu filmin yerine Mean Machine filmini tavsiye eder bu maddeyi noktalarım.

- Bir diğer eleştireceğim film ise Jim Carrey'nin yeni felsefik komedisi Yes Man olacak. Aslında kötü bir film demem zor ama Liar Liar yada Bruce Almighty filmlerinden sonra bu tür bir film gelmesi nedeniyle beklentileri karşılamakta zorlanıyor.

- İki eleştiriden sonra sırada çok çok beğendiğim bir filme gireyim. Gösterime girdiği hafta gittiğim Watchmen filminden çok çok memnun kaldım. Alan Moore, V For Vendetta eserini yaratmış biri olarak bu filmin uyarlandığı eserin sahibidir ve tıpkı V'de olduğu gibi bu eserininde sinemaya uyarlanmasından pek memnun olmadığını okudumki sanatçı ruhlu insanlarda bu tür düşünceler aslında mantıklı geliyor. Neyse lafı toparlayıp tekrardan filme dönecek olursak. 1960lı yıllarda ortaya çıkan kahraman grubunun etkisi ile alternatif bir 1985 yılındayız. Kahramanlar artık emekli olmuş dünya ise soğuk savaşın sonunda sıcak savaşın tehditi ile burun burunadır. İşte böyle bir durumda sık sık geçmiş dönüşlerle süslenen sağlam hikayeli ve görsel açıdan çok başarılı bir film Watchmen.

- Baya Atilla Dorsay ile Alin Taşçiyan tarzında köşe yazısı gibi bir şey yazmış oldum ufaktan ufaktan. İnsan kendini kaptarınca bazen böle bombalıyor gibi sanırım. Ama en azından benimki sanatsal filmlerden ziyade daha farklı tarzda filmleri konu ettik. Dur bak ilham geldi bir şeyler daha ekleyeyim.

- Çizgi romanını çok sevdiğim Punisher'ın yeniden yapılan başlangıç filmi Punisher: Warzone ilk filmden iyi olsada yinede bazen sahneleri testere serisi tadında kanlı yapalım derken hafiften komedi yapmışlar. Ama yeni Castle kesinlikle çok daha başarılı olmuş. Ama bu filmdeki kötü Jigsaw (Demin testere benzetmeleri demiştim dimi. Gerçi bu karakter çizgi romanda da var ya neyse) kötü veya korkutucu olmaktan ziyade basit ve komik olmuş. Bu yazki Joker performansından sonra bu konuda zor beğenir oldum haliyle.

- Slumdog Millionaire aldığı 8 oscarın hepsini ayrı ayrı hakkediyor bence. Zaten Danny Boyle'u Trainspotting filminden (Bu filmden bahsedince aklıma hep Ewan McGregor'un düşen uyuşturucularını almak için tuvalete elini soktuğunda girdiği hayal dünyası aklıma geliyor) beri kendisini mümkün olduğunca takip etmeye çalışıyorum. Bu filmdede o sert, akıcı ve hem eğlenceli hemde dramatik sahnelerle insanı etkiliyor.

- Film film oldu yazı ama fenada olmadı gibi en azından bu konuda birikenleri yazmış oldum. Bunları teker teker toplayıp yazmaya kalksam bu aralarki üşengeçlikle yazmam pek mümkün olmazdı herhalde.

- Bu arada dizi olarak son zamanlarda Chuck çok sağlam gitmeye başladı. Her bölümünü zevkle izliyorum. Konusu öyle çok kafayı yormayan eğlenceli ve bol aksiyonlu bir film olmasının yanında kullanılan pek çok şarkınında bölümleri çok daha izlenir hale getirmeside iyi oluyor.

- Şu maddelere bakıyorumda bu aralar kafayı boşalmak için sürekli ekran başına atıyorum kendimi. Hani şu bahsettiğim tatilsizlikten dolayı olan zihinsel yorgunluğu atmak için kafayı normal hayatın dışında şeylerle doldurma yoluna gidiyorum sanırım. Neyse baya biriken şeyleri döktük ettik zaten.

- Son olarak ilk maddede bahsettiğim olay gelecek hafta 25. yaşıma girmemle hayatımın ilk çeyrek yüzyılı ile ilgili bir şeyler karalamak. Sanırım bu konu tembelliğimi yenebilecek derinlikte olabilecek.

10 Mart 2009 Salı

Watchmen'in Hatırlattıkları

Issız Adam nasıl unuttuğumuz şarkıları bize yeniden hatırlattıysa Watchmen filmide alternatif bir 1985'te geçen bir hikayeyi anlattığında unutulan yada en azından benim pek aklımda kalmamış şarkıları su yüzüne çıkardı. Her zamanki gibi uzun yazmadan sadece o iki şarakıyı paylaşacağım ve kenara çekileceğim

simon & garfunkel - the sound of silence


bob dylan - the times they are a-changin'

Bu arada filmide ayrıca tavsiye ederim. Müzikleri nedeniyle Soundtrack albümüde arşive katılabilir aslında.

2 Mart 2009 Pazartesi

Soundtrack Çağrışımları

Film izlemeyi severim. Özelliklede macera filmlerinin ön plana çıktığı dönemlerde büyümüş biri olarak bu tür filmlere ayrı bir sempatim olduğunuda her zaman belirtmişimdir. Ama bu macera filmlerini unutulmaz kılan tek şey başroldeki karakterin tek kişilik ordu olmasıyla sınırlı kalmamıştır. Oyuncuların performansı kadar filmin havasına ve ruhuna uyan son derece gaz verici şarkılarda bu filmlerin olmazsa olmazlarıdır.

Bu şarkılardan bir demet ile bir nostalji yaşayayım dedim. Daha doğrusu Azura ile muhabbet ederken bu konuya seğirtince muhabbet acaba olur mu dedim içimden. Şimdi anlayacağız olacakmıymış.

1- Rambo Home Coming
Tek kişilik ordu John Rambo hayatımıza ilk girdiğinde yeşilliklerle çevrili bir yolda yanlız başına yürürken arka fonda bu şarkı vardı. Aynı şekilde efsanenin vedasında son sahnede babasının çiftliğine giderkende bu şarkının çalması ile bir nevi çember tamamlanıyordu. Yaklaşık 20 yıl önce unutulmaz müzikle başlayan olaylar yine o unutulmaz müzikle noktalanıyordu.

2 - Rocky - Rocky Theme
Yine Stallone yine bir efsane daha. Belki ilk filmde bu şarkı o kadar ön planda değildi ama özellikle ikinci film ile beraber filmlerin başında ve dövüş sahnelerinin en civcivli yerleinde hep bu şarkı çalmıştır. Çocukluğumda bu filmi her izlediğimde bu şarkının başladığı anda tüylerim diken diken olurdu. Bu liste için bu şarkıyı hazırlarken dinlediğimde de aynı duyguları bir daha yaşadım.

3 - Terminator - Terminator Theme
Evet geldik bir diğer aksiyon unutulmazına. Terminator insanlar için unutulmaz olmuşsa bunda bu şarkınında etkisi yok diyebilen biri var mı açıkçası merak ediyorum. Arnold'un donuk bakışları ve bu müziğin insanın kanını donduran vuruculuğu tek kelime ile filme cuk oturmuştu. Özellikle en sonundaki mekanik sesleri duydukça insanın makineler karşısındaki çaresizliğini daha da fazla hissediyordu insan.

4 - The Last Of The Mohicans - Theme Song
Film olarak önceki üçü gibi saf aksiyonu ön plana çıkaran filmden çok daha iyi ve sanatsal bir yapımdı. Ama benim burda bu şarkıyı seçmemde önemli olan kriter bu filmin diğerlerinden daha sanatsal olmasından ziyade bu şarkının unutulmaz bir eser olması ile alaklı (ki listenin ilerleyen kısımlarında nispeten tırt filmlerinde sırf müzik nedeniyle bu listeye girdiğine şahit olacaksınız) oldu. Otantik ve insanın içine işleyen havası ile filmi unutulmaz yapan en önemli etkenlerden biriydi elbetteki bu şarkı.

5 - The Godfather - Theme Song
Corleone mafya ailesinin yıllar süren o unutulmaz hikayesini Marlon Brando'yu, James Caan'ı, Robert DeNiro'yu yada Al Pacino'yu bu filmde hatırlarken bu efsane müzikle hatırlamışızdır hep. Buram buram akdeniz kokan o enfes tınının yanın kanla ve acıyla kurulan bir imparatorluğun içten içe sinmiş o derin yaralarınıda hissetiren bir havası vardı bu şarkının. Her bakımdan bu efsanenin unutulmazlarındandı.

6 - The Good, The Bad & The Ugly - Ecstasy Of Gold
Western denince akla gelen ilk üç filmden biridir İyi, Kötü ve Çirkin. Dönemin westernlerinin müzikleri konusunda üstad sayılabilecek Ennio Morricone'de bu unutulmaz filme sihirli dokunuşu ile bu unutulmaz şarkıyı kazandırmıştır. Mezarlıkta altınların arandığı o sahnede mezarlığın etrafında baş döndüren kamera hareketleri sırasında o görüntülere tezat bu şarkının dinginliği ile insan kendini o mezarlıkta kaybedebilir belkide.

7 - Star Wars - Theme Song
George Lucas ve John Williams beraber çalıştıklarında ortaya hep kaliteli işler çıkmıştır. Ama tüm Star Wars filmlerinde derin uzay boşluğuna bakarken akmaya başlayan yazıların arka fonunda duyulan bu şarkı serinin kendisi gibi kuşaktan kuşağa pek çoklarını etkiledi ve unutulmazlar arasına girdi.

8 - The Dark Knight - The Dark Knight Theme
Listenin en taze ama belkide en önemli filmlerinden biri ve onun unutulmazlar arasına girecek şarkısında sıra. Filmin başındaki soygun sahnesinden başlayarak önemli tüm aksiyon sahnelerinde bu şarkıyı duymak mümkün. Bu kadar karanlık senaryosu olan bir filmin ana müziği olarak kullanılmaya son derecede uygun hazırlanması sayesinde filmin ruhu ile inanılmaz iyi bütünleşiyor.

9 - Smokin Aces - Dead Reckoning
Listenin başlarında nispeten tırt bir filmde olsa şarkısı için buraya yazacağımı söylemiştim. İşte şimdi sıra o filmde ve şarkıda. Smokin Aces bence hiç bir şekilde çok parlak bir film olamadı. Ne iyi bir macera nede Tarantino tarzı bir ucuz filmdi. Ama Clint Mansell filmin sonu için öyle bir parça hazırlamıştı ki filmdeki tüm o saçmalıkları unutup final ile beraber olduğunuz yerde çuval gibi kala kalıyordunuz.

10 - Requiem For A Drem - Theme Song
Yine Clint Mansell ama bu sefer kült olmuş bir filmin kendisi gibi kült olmuş müziği ile listeme girmeyi başardı. Bu filmdeki o keder, o her adımda her şeyin giderek kötüleşmesi, her şeyin kararmasını üzerine daha uygun olabilecek bir şarkı aklıma gelmiyor açıkçası. Filmin vuruculuğunu o kadar çok öne çıkarıyorki bazen filmin ana karakteri bu parçaymış gibime geliyor.

11 - Schindler's List - Theme Song
Spielberg bu film ile beraber efekt bombardımınana ihtiyaç duymadanda çok çok iyi filmler çekebileceğini kanıtlamıştı. Konusu gerçeklerden yola çıkılarak yapıldığından zaten izleyen insanda yeterli derecede keder yaratıyordu. Ama pek çok dokunaklı sahnede bu şarkıyıda duydukça insanın boğazında bir şeyler düğümlenip kalıyordu.

Buraya kadar kendi listemi yaptım sırada Azura'nın seçimleri var.

12 - Elizabeth The Golden Age - Score

Daha başlangıçta isimler geçerken çalan bu parça insanın duygularını da çok farklı yerelere sürüklüyor. Muhteşem yaylı çalgılar eşliğinde karmaşık duygulara kapılıyorsunuz. Filmi merak ettiğinizden heyecanlanıyorsunuz ama parça öyle hüzünlü ki ve işte bu size farklı duygular hissettirmenize neden oluyor. Tabi filmdeki müzikleri ve görselliği ki oyunculukları da es geçmemek lazım çok güzeller.

13 - Troy - Briseis & Achilles
Her ne kadar mitolojik bir film olsa da içinde işlenen aşk ve kahramanlık öyüsüyle bu eşsiz müzikle birleşince ortaya böyle muazzam birşey çıkıyor.Aşkların içindeki o duyguları bu şarkıda tamamıyla hissedebiliyorsunuz.İnişli çıkışlı ezgisi heyecanı, kısık ve yumuşak geçişler duygularını ve sonlara doğru duyduğunuz o hüzün dolu parçada aşklarının sonsuz olmasını simgeliyor bana göre...

14 - Les Choristes - Les Choristes
Fransızcanız olmasa da şarkıda ki umudu hissedebiliyorsunuz. Tabi filmde işlenen konu itibariyle ve şarkıyı söyleyenlerin de filmdeki çocuk oyuncuların olması da parçaya ayrı bi şirinlik katıyor. şarkıyı söylerken profesyonel olduklarını düşünürsünüz bir an. Oyunculuk bakımından da ses bakımından da özenle seçildikleri belli oluyor.

Evet efendim iyisi ile kötüsü ile bizi ilgili oldukları filmleri hatırlatan şarkılardan oluşan listemizin sonuna geldik. Sağlıcakla kalınız.