18 Ekim 2009 Pazar

Ne Yapıyorum

Hayatımda kendimi sorguladığım anlar oldu. Nereye gidiyorum, yanlış mı yapıyorum diye tereddüte düştüğüm zamanlar oldu. Fakat bu yazıda böyle ağır durumlardan bahsetmek istemiyorum. Daha doğrusu böyle ağdalı mevzulara girmeye üşenir oldum bu aralar. Zaten son dönemlerde yazıların arasını bu kadar açmış biri olarak bunca aradan sonra öyle bir konu ile gelmek abesle iştigal olurdu.

Hem bu aralar yavaş yavaş eski hayatıma geri dönmeye çalışırken geçiş dönemi için yaptığım ettiğim olayların kısa bir özetini geçeyim hemde kafama takılan bir kaç gözlemi yazayım dedim.

Öncelikle ağustos ve eylül aylarında son dakikaya bıraktığım tez yazma işini halletmekle uğraştım. Bu durum güzelim 2 haftalık izniminde uçup gitmesine neden oldu. Tabi arada yalan olan bayram tatilini saymıyorum bile. Biraz aksiyonlu bir tez teslimatı yaşadım ama o sorunuda atlattım. Şimdi önümde jüri oluşturma ve jüriye girme sorunları kaldı. Ondan sonra artık hayatımda öğrencilik ile ilgili sayfayı sonsuza kadar kapatmayı planlıyorum.

Ekim aynın başında ise kalan son iznim olan dört günü kullandım ki o izin son yaşadığım dönemin etkilerini düşünüce bana ilaç gibi geldi. Uzun zamandır ayrı kaldığım film izleme ve bilgisayar oyunları ile vakit geçirme aksiyonlarıma o dönemde bol bol geri döndüm.

İzlediklerimden aklımda kalanları yazayım öncelikle. İlk olarak Clive Owen ve Jennifer Anniston'lı Derailed'dan bahsetmek lazım. Gayet güzel ve sürükleyici bir kumpas filmi olmuş. Fakat sondaki süprizi ben daha filmin ilk 20 dakikasında tahmin ettiğimden filmi sanki daha önce izlemiş gibi oldum sonlara doğru. Fakat bu nedenle filmi suçlayacağımı sanmam mevzu bende böyle filmlerin sonu hakkında hep tahminde bulunmayı seviyorum. Tutunca da tabi filmin biraz tadı kaçıyor.

Bir diğer bahsetmeden geçmemem gereken filmde Eric Bana'nın Hollywood tarafından keşdefilmedne önce memleketi Avusturalya'da çektiği Chopper filmi olacak. Arkadaşı için bir hakimi rehin alan psikopat bir ruh haline sahip bir adamın (ki kendisi daha sonra kiralık katil olmuştur) kendi hayat hikayesini yazdığı kitaptan uyaralanan bir filmdi. Her ne kadar ağır Avusturalya aksanı biraz kulak tırmalasada gerçekten güzel bir filmdi. Bu tür suçlu ve hapishane filmlerini sevenleri sıkmayacak bir filmdi.

Birde uzun zamandır izlemediğim bir filmle tatil dönemindeki film sağanağını kapatmıştım. Bu filmde çocukken tek kişilik ordu kavranımı kafamıza nakşeden adamlardan olan Conan'ın filmiydi. Bu tür filmler çocukken ve şimdinin tekniği ile çekilen kusursuz görsellikteki filmlerden sonra biraz yavan gelsede hala iyi hala etkileyici olmayı başaran klasiklerden.

Bu aralar zevkle oynadığımız filmlere gelmek gerekirse. İlk sıraya Wolfenstein'ı koymak lazım. Geçmişte benim gibilerin aklına kazınan bir oyundu. Daha sonra ben oynamasamda hakkında hep olumlu şeyler düşündüğüm bir devam oyunu gelmişti. Serinin yeni halkasına ise ben bile kayıtsız kalamadım. Bu sefer oyun Nazilerin deneyler için üst olarak kullandığı İsenstadt kasabasında geçiyor. Şu ana kadar oyunu tamamlayamadığım ama oynadığım kısımda bile oldukça etkileyici ve zorlayıcı kısımlar vardı.

Bir diğer güzel oyunda X Men Origins: Wolverine oldu. Neredeyse ölümsüz ve hem filminde hemde çizgi filminde çok sevdiğim bir karakterin böyle güzel bir oyunu olunca oynamadan edemedim. Özellikle neredeyse durdurulamaz bir saldırı gücü olması nedeniyle rakiplerinin elindeki tüfeklerini bile para edememesi çok hoş bir durum. Ayrıca filme pararlel bir şekilde gitsede filmden daha güzel bir senaryosu var gibi gözüküyor benim oynayabildiğim kısmı.

Birde üç dört aydır dönüp dönüp oynadığım bir Prototype varki oda anlatılmaz yaşanır bir deneyim sunuyor insana. Manhattanda en sokaklarda dehşet saçan bir virüs varken oradaki en güçlü ve en ölümcül yaratığı kontrol etmek GTA'nın bile ulaşamadığı bir noktaya taşıyor insanı.

Son haftalarda ise yeni sezonlarını geçte olsa indirmeye başladığım dizilerime dönmenin zevkini yaşadım. Kısaca yeni sezonları başlayan yada benim yeni başladığım dizilerede girerek noktalayayım diyorum bu yazıyıda.

Öncelikle How I Met Your Mother ile başlamak lazım. Son sezonu Barney ve Marshall ile giden dizi bu sezon sahalara daha eğlenceli dönmüş. Özellikle Lilly ve Robin'in gerçek hayattaki hamilelikleri nedeniyle dizide son dönemlerde daha geri plandalarkenki kısır döngü bu sezon başı ile ortadan kalkmış gibi. Şu ana kadar izlediğim dört bölümden Robin 101 bölümünü çok sevdim.

Heroes ise bence her sezon biraz daha geriye gidiyor. Her sezon başında Hiro'nun kahraman olmalıyım diyerek kendisine yeni bir görev araması artık sıkmaya başladı. Gerçi Robert Knepper'ın oynadığı Samuel karakteri diziye biraz hareket katacak gibi ama yinede daha önceki sezonlardan bile daha ağır bir tempo ile sezona girdiler. Umarım 1-2 bölüm içinde toparlarlar.

Kişisel favorim olan Dexter ise ilk iki bölümüne bakılırsa gayet güzel bir sezon geçerecek gibi gözüküyor. Artık aile babası olan Dex bu sezona yeni sorumluluklarının ağırlığı ile başlıyor. Ayrıca diziye yeni giren gelmiş geçmiş en sağlam seri katil olarak lanse edilen karakterde sezon ilerledikçe Dex'i yakalaması için daha da motive edecekmiş gibi geliyor.

Son olarak ise arkadaşların yoğun tavsiyesi ile True Blood'a başladım. İlk iki bölümünde New Orleans'ın ağır şivesi biraz kulak tırmalasada ve ben bu vampirleri bir tuhaf hallere sokan yapıları pek sevmesemde takip edeceğim bir dizi gibi gözüküyor.

Bu aralar pek bir şey yapmadım gibi bir hissim vardı ama şu yazdıklarıma baktımda ekim ayını dolu dolu yaşamışım gibi. Neyse bakalım bu yazı ile tekrar bloga hırs ve şevkle döner arayı fazla açmam umarım.