30 Ekim 2008 Perşembe

Yanlızlık Mevsimi

Yazmak helede şu saatlerde hiç aklımda yoktu. Ama bir anda aklıma gelenler sonunda kendimi bu satırları yazmaya zorunlu hissettim. Az önce boş boş internette dolanırken birden Kargo'nun Kalamış Parkı şarkısı geldi. Ardındansa o şarkınında içinde bulunduğu Yanlızlık Mevsimi albümünü hatırladım. Yanlış hatırlamıyorsam 1998 yılında piyasay çıkmıştı.

2001 yılına kadar her hafta en az bir kez dinlerdim o albümü. Grup üyeleri her ne kadar o albüm çıktığında çok karanlık ve depresif bir albüm gibi yorumlarda bulunsada ben o albümü dinlerken hep bir dinginlik içinde oldum. O albümdeki pek çok şarkı belki karamsar bir ambiansa sahip olsada son derece içten ve sakinde bir yapısı vardı albümün.

Tüm şarkıları teker teker yazıp yorumlamayacak kadar unuttum bazı şarkıların adını ama o albümün adının gündeme gelmesinde çok ciddi etkisi olan Arabic Fahişe'den kat be kat güzel şarkılar içeren bir albümdü. Hele o Azizlerin Yanlızlığı İntro ve Outrosu inanılmaz etkileyiciydi.

Sonra çok sevdiğim İstanbul'un farklı yüzlerini anlatan Boğaziçi gibi bence hakketiğinin çok altında bir değere sahip olan şarkıda vardı o albümde. Kalamış Parkı'ndan zaten bahsetmiştim o şarkı klip çekildiği için öne çıksada bence albümde o şarkıdan daha öne çıkan eserler vardı.

Kaderin kör dizaynı yada pastel zarlar gibi çok ilginç ve akıcı sözleri olan şarkılar vardı. Asıl ilginç olanı o albümün üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş ama bu gün hala o albümü andığımda bir şeyler hissediyorum. O albümü ilk dinlediğimde aldığım zevki hatırlıyorum. Tıpkı çok uzun zaman önce yediğiniz ve tadını unutamadığınız, en aç kaldığınız anlarda o tadı hissetiğiniz anlardaki gibi o albümle ilgili herhangibir enstantanede bende o tadı hatırlıyorum.

Kargo'yu o zamana kadar severdim. Ama o albüm ile beraber benim için çok özel bir yerleri oldu. Her ne kadar bir albüm daha çıkarıp sonra çok uzun bir ara verip şimdilerde o tarzlarından çok uzaklaşmış olsalarda onlara kızamıyorum. O kadar güzel bir albüm hediy ettilerki bana bundan sonra ne yapmış olurlarsa olsunlar onlara minnettar olacağım.

Vay be yıllar sonra bir şarkının sözleri aklıma düşünce neler yazdım böyle birden ...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Post-İt Notları #4

- Herhangibir aracı kullanmadan yeniden kendi bloguma girmenin bile bir gün çok değerli bir şey olacağını hiç düşünmezdim. Hayatta küçük şeylerden zevk alınması normal bir olay ama hayattaki zevklerin kısıtlanmasından dolayı en küçük zevk kırıntısının bile değerli hale gelmesi o kadarda lezzetli bir şey değil.

- Bilgisayar oyunu olarak çok sevdiğim Max Payne'in sinema uyarlamasına gittim geçen hafta. Tek kelime ile hayal kırıklığıydı. Uyarlandığı eser zaten bir çok sinema filmine dayanıyorken eldeki gayet mantıklı ve güzel bir film senaryosu çıkacak malzemeyi neredeyse tamamen çöpe atıp alakasız ve bu oyunla aynı adı taşımayı hakketmeyecek bir senaryo hazırlayarak her şeyi rezil eden tüm film ekibinede selam olsun.

- Bu yaz severek izlediğim filmlerin ufak ufak DVDleri piyasaya düşmeye başladı. Ama elbette bu furyada ana sıcak Dark Knight olacak. Eğer doyurucu bir bonus DVD ile sunuluyorsa çift Disc versiyonunu almak son derece mantıklı olacaktır.

- Şu maddelere bir bakınca ne kadar teknoloji ve sinema bağımlısı bir bünyeye dönüşmüşüm böyle. Ha bu halimden şikayetçi miyim elbette hayır. Yeniden şu hayatımı yaşasam yine bu tür hobilerim olurdu herhalde.

- Bu sabaha karşı oynanan maçlarla 2008-2009 NBA sezonuda başlamış oldu. Uzun yıllardır ilk defa sezon veya takımlarla ilgili herhangibir yazı hazırlamadan hatta doğru dürüst haberleri bile takip edemeden sezona başlamış oldum. Yinede takımım Detroit Pistons'a yeni sezonda finale giden yolda sonsuz başarılar diliyorum.

- Ekim ayıda geride kalmak üzere, gittikçe yılbaşına yaklaşıyoruz. Yılbaşında en büyük hayalim tıpkı yabancı filmlerdeki gibi dışarıda lapa lapa kar yağmasıdır. Tam geceyarısı 12'ye doğru geri sayarken dışarıda lapa lapa kar yağsa ne kadar güzel olur.

- Blogger'ın kapanmasından sonra konu ile ilgili Penguen dergisinin hazırladığı kapağı çok beğendim. Hem güldürüp hemde soruna çok güzel bir bakış atıyor. Benzer bir yaratıcılık içeren kapağı Uykusuz'danda hareretle beklemekteyim.

- Çocukluğu Beylerbeyi'nde geçmiş biri olarak son yıllarda 29 Ekim için köprüde yapılan gösterileri ve ışık şovlarını sadece yazılı ve görsel basından takip ettiğim için üzülüyorum. Bu gösteriler hep ben çocukken yapılan Habitat etkinliğinin kapanış gösterilerini hatırlatır. Boğaz'ı hiç o kadar ışıl ışıl görmemiştim. Ama kaderin bir işimidir bilemem o gün çektiğimiz tüm resimleri fotografçı tarafından tabledilirken yakılmıştı.

- Şu kış saatine geçiş uygulaması kafamı karıştırdı. Geçen yaz saati uygulamasına geçtiğimizde bunun son sefer olduğunu ve artık bundan sonra saat değişikliği olmayacağı söyleniyordu. Ama şimdi yine eski düzen devam ediyoruz ve bu konuda medyada tek bir satır haber bile görmedim. Sanırım basınımızın Japon Balığı Hafızası devreye girdi bu konuda da.

- Sabah okullardaki törenlerden çıkan çocukları görünce bir an geçmişe gittim. Tatil günü sabah erken kalkmak zorunda kalmaya nasıl sinir olduğumu, törenlerin çoğunlukla uzun ve sıkıcı olmasından dolayı hep bitsede gitsek diye bir beklenti içinde olduğumu hatırladım. O günleri atlattığım için şükrettim. Şu törenleri bir gün önce yapsalarda öğrenci gençlerin bir tam gün tatil yapma şansı olsa iddia ediyorum o törenlere katılan çocuklar çok daha çoşkulu olacaklardır.

- Şu yeni Türksat uydusu ve uydu yayınlarının frekanslarının değişmesi konusu gündeme gelince aklıma geldi. Yıllardır bir kablolu yayın yeni kanallarla anlaşmış acaip kalite kanallar bünyesine dahil olacakmış ana konulu bir şehir efsanesi dolaşır dillerde. Acaba bir gün bunun gerçek olduğunu görebilecekmiyim merak ediyorum.

- Törendi kutlamaydı dedikte aklıma geldi. Bir Sermet Erkin vardı ona ne oldu sahi.

27 Ekim 2008 Pazartesi

Yorgunum

Başlık gerçekten şu anda tam benim durumumu anlatıyor gerçektende. İş hayatım hiç omadığı kadar yoğunlaştı. Aslında pek şikayetçi değilim ama yorgunlukla uğraşmakta kolay değil elbette. Ama asıl başlıktaki yorgunluktan kastım bu değil. Bu seferki yorgunluğumun sebebi başka. Şu siteye yani Blogger'a girmemi engelleyen zihniyetle uğraşmaktan yoruldum.

Hayatta beni yoran, sıkan, zorlayan yada sinirlendiren çok fazla şey vardı. Bunları çoğu zaman burada paylaşıp rahatlıyordum. İnsanın içinde onu rahatsız edenleri özgürce ve rahatça dökebilmesinin tatmini çok güzeldi.

Ama gelin görünki şu günlerde hayatımda beni rahatlatan en önemli şeylerden biri olan bu bloga ulaşmamı ve bir şeyler yazmamın (açıkçası yazdıklarım ne kadar okunuyor bilmediğimden o kısmından pek bahsetmedim ama eğer benim yazdıklarım okuyarak dertlerimi benle paylaşanlardan uzak kalmakta kötü bir şey elbette) kısıtlanması beni artık sinirleriminin sınırına getiriyor.

Ülkemizde ne yazıkki insanlar suçluysa ve bu suça ceza veriliyorsa bunun şekli ve yöntemi özellikle sanal dünyadaki suçlarda pek ölçüp biçilmeden veriliyor. Duyduğum kadarı ile bloggerın kapanmasının sebebi bir blogda Digiturk'ün internetten bedava izlenmesi ile bilgiler verilmesi sonucu ile Digiturk'ün mahkeme açmasıymış.

Böyle bir durumda mantıklı düşününce ceza alması gerekenler bu suçu işleyen blog adresi olmalıdır. Ama işgüzar yetkililerimiz. bahçedeki bir zararlı bitkiyi koparıp atacağına tüm bahçeyi yakarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bunu işin kökten çözümü filan sananlarla aynı oksijeni tüketiyor olmaktan (her ne kadar Cem Yılmaz bu tümceden espri çıkarsada ben bunu trajikomik bir durum için kullanayım dedim) açıkçasu utanç duyuyorum.

Önce youtube şimdi blogger herhalde sonrasında sırayla Facebook ve Google'adda el atacaklardır. Ama onlar ne yaparsa yapsınlar insanların sanal dünyadaki özgürlüklerini asla tamamen engelleyemeyecekler.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Hayat Tıpkı Bir Maç Gibi Be Abiler

Sadri Alışık'ın tüm filmleri çok severim. Kendisinide oyuncu olarakta inanılmaz takdir ederim. Turist Ömer filmindeki komedi yeteneği yada pek çok yeşilçam filminde hem komik hem ağlatan adam olabilmesi ama herşeyden ötesi sanatın pek çok farklı dalında kendini göstermiş biriydi.

Ama bir filmi varki onun bende yeri çok ayrıdır. Pek çokları kendisinin karakteriyle filmi özdeşleştirerek Ofsayt Osman diye bilsede filmin asıl adı Şakayla Karışıktır. O filmde komedininde dramanında dibine vurmuştur üstad. Bir insanın bahtsızlığına hem bu kadar ağlayıp hem bu kadar gülünebilir mi diye düşünüyor insan.

Bu filmde bir sahne vardıki o bu yazımın anafikrini içeren bir sahnedir. Filmin sonunda iki fabrikatörün iddiası için sakladığı parayı sevdiği fakir kızın hasta kardeşini kurtarmak için kullanır. Bu arada paranın peşindeki kötüler yüzündende sarhoşken attığı imza nedeniyle poliste peşine düşmüştür. Tam sevgilisine veda edip onu uğurlayıp gözden uzaklaşınca intihar edecekken bahtı onun peşini bırakmaz ve polis yakalar kendisini.

Ofsayt Osman mahkemededir. Tüm saflığıyla tüm çocuksuluğuyla kendini savunur. İşte o savunmada başlıktaki gibi hayatı bir maça benzetmiştir üstad. Bana kalırsada hayat feci şekilde bir maç gibi oluyor bazen.

Ama işin kötü tarafı hayata karşı maça çıktığında hep maçı kendi ceza sahanda kabul etmen gerekiyor. Sürekli alan daraltıp açık vermemekle uğraşacaksın. Kanatlardan sıfıra inerek yada göbekten ver kaç bir açık yakalamaya görsün hayat hemen hücumda çoğalıp sen pes edene kadar dalga dalga üzerine gelir.

Ancak topa önde basıp hayat seni gafil avlamadan top kapıp kontra atağa çıkarak hayatı yenebilirsin. Hayat öyle hazırlıklı paslarıyla alt edilebilecek kadar kolay bir rakip değildir. İllaki onu beklemedik bir anda yakalaman gerekir. Elbette öncelikle hayattan gol yememek lazım.

Şu dediklerimi daha anlaşılır hale getirmek gerekirse hayatta istediklerin için uzun vadeli planlar yapıp onların gerçekleşmesini bekleyerek o istediklerine ulaşamaz insan. Yeri geldimi karşına çıkacak durumlarda hızlı karar verip bir şeyler yapman gerekir. Bu anlarda ne yapsam diye fazla düşünürsen bırak fırsatı elindekileri bile kaybedebilirsin.

Belki biraz fazla basit geliyor ama ben hayata karşı organize atak yapmak için o kadar ince plan yapıp sonucunu çok çok sonra görebilmeye tahammül edemiyorum. O nedenle işleri akışına bırakıp her an tetikte olup yeri gelince yapmak gerekeni yapmak daha kolay.

Ahtım var şu hayata defanstan top çıkarırken baskı yapıp topu kapıp az adamla yakalayacağım onu. Ardından ters tarafa topu atıp defansın dengesini iyice bozup sonrada altı pasa girmeyi beklemeden kaleyi gördüm mü doksana takacağım topu.

Üstad gibi ofsayta düşmeden, defansta ters ayak üzerinde yakalanmadan, arkaya adam kaçırmadan, kanatları başı boş bırakmadan saldıracağım hayata. İllaki pozisyon vereceğim. İllaki hayatta golle burun buruna gelecek ama ben pes etmeyip oyunumu oynayabildikçe yeneceğim bu hayatı. Sadece doru zamanı gelince atağa kalkabileyim.

19 Ekim 2008 Pazar

Ahşu Klavyenin Dili Olsada Konuşsa

Bloga girdiğimde fark ettimki 10 gündür buraya yeni bir şeyler karalamamışım. Ehh son dönemlerde hayatımın sadece bir koşuşturma ve oradan oraya yetişme döngüsü şeklinde geçmesi muhtemelen bundaki en önemli etkendir. İnsan kendini hayatın akışına kaptırdığında çocukken dizlerde açılan yaraların kabukları gibi oluyor. Yani olandan bitenden pek haberi olmadan sürüklenip duruyor.

Hazır bir pazar günü olmuşken acaba bir şeyler kaçırdım mı düşüncesi ile kasedi geri sarıp ne yapıp ne etmişim bir onun üzerine gideyim diye düşündüm. Bu işi yapmak içinde buradan daha uygun bir yer pek aklıma gelmiyor açıkçası.

Her şeyden önce şu geçtiğimiz haftama damgasını vuran olay tez konusu seçimleri oldu. Uzun uzadıya ne seçiyorum yada neler yazacağımdan ziyade neler yaptım neler ettim diye anlatmam gerekirse (zaten işin bilimsel kısmı beni en az 6 ay oyalayacak o konuyu birde buraya taşımanın alemi yok. Hafta başından beri tez danışmanım ile randevulaşmak ve uygun bir konu bulmak için didinip durdum. Birde iş henüz resmileşmediğinden sürekli bir acaba sorun olurmu düşüncesi ile yaşamak çok zor.

Öncelikle işte bile aklınızı önünüzdeki dosyalara veremiyorsunuz. Sürekli olarak aklımda başka bir şey varken konsantre olmak yada efektif çalışabilmek gibi bir özelliğim olmadığından yaptığım işten sıkılmaya başlıyorum. Ardından saat bana, ben saate bakıyoruz. En sonunda işte izin isteyip okula koşturuyorum. Elbette iş tam olarak bitmiyor. Mutlaka bir sonraki aşama diye bir şeyle karşılaşıyor insan.

Neyse en azından paydos saati geldiğinde kafamı kurcalayan bu sorunlar bir süreliğine bastırılabilir hale geliyor. Sanırım bu çocukluğumdan gelen bir durum. İlkokulda bile sınavdan kötü bir not almış olduğum günün sonunda bile son ders zili çaldığında yüzüm gülerdi. Onca seneye rağmen bu huyumda hiç bir değişiklik olmamasından son derece memnunum.

Her neyse böyle istediklerini tam yapamadığın bir günün sonunda yorgun agrın eve gelirsin. Bu noktada bu yorgunluk kısmını biraz açıp konuya öyle devam etmem daha yararlı olacak. Eve geldiğinde insanın üzerinde olan bu yorgunluğun önemli bir kısmı zihinsel kaynaklı oluyor. Kafan sürekli aynı konu yüzünden fazla mesai yaptığından tüm gün yerinde otursan bile son derece bitkin hissediyorsun kendini.

Eh birde şu işi bir türlü bitiremiyorum hay allah kahretsin psikolojisinden doğan bir sinirlilik halide şu yukarıda belirttiğim bünyeye sirayet edince zor ve yorucu bir haftayı geride bıraktım. Bu hafta ise yine benzeri zorluklala yüz yüzeyim ama bu sefer geçen haftanın getirdiği bir tecrübe ile kafamı bu işten mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışacağım. Özellikle cuma günü işede konsantre olabileceğimi kendime kanıtlayabilmiş olmamda bu konuda bana cesaret veriyor.

İşte böyle bir haftayı çok yakın bir zamanda bayram tatilinden çıkmış bir bünye ile göğüslemeye kalkınca başlıktaki gibi kendi yerine insan klavye olan biteni anlatsada bende izlesem diyor. Yinede buraya bir şeyler yazacak kadar stresi üzerimden atıp kendi içime dönebiliyorsam gelişme var demektir.

9 Ekim 2008 Perşembe

Post-İt Notları #3

- Bu aralar üstüme bi sakinlik çöktü. Normalde delireceğim şeylerde bile tamam sakin olacağım diyerek kendimi sakinleştirebiliyorum.

- Hayattaki kendine ait minik anların değerini daha çok idrak etmeye başladım.

- Yedi saat uyku bana yetmez oldu.

- Cuma günlerini dizilere ayırdım. Akşam yemeğinden sonra gece yarısına o kadar o haftaki dizileri sırayla izliyorum. Önce komedilerle başlayıp ardından maceralara geçiyorum. Sonrada eserse üstlerine bir film patlatıyorum.

- Hiç bir finansal yatırım olmamasına rağmen yatırım ihtimallerini çok ciddi şekilde takip etmeye başladım. Sanırım iş hayatım özel hayatıma girmeye başladı.

- Hala toplu taşıma araçlarında cam kenarına oturmaya bayılıyorum.

- Hayat bazen değil çoğu zaman adil olmuyor.

- Saygı görmediklerime saygı göstermek iyice zor zanaat olmaya başladı.

- Bu aralar iyi film yok diye ağlarken ekimin ikinci yarısında sular ısınacak gibi gözüküyor.

- Artık gazeteleri internetten takip eder oldum. Hemde eskisi gibi spor sayfasından değil gündem sayfasından başlayarak.

- Kabul etmek istemesemde olgunlaşma emareleri gösteriyorum.

- Bu bayram ilk defa nerede o eski bayram diyenler grubuna dahil oldum.

- 24 yaşımda da olsa sonunda kravat bağlamayı öğrendim.

- Kahve otomatlarındaki Çikolatalı Capuccino ne güzel bir tatmış bunca yıl içmeyerek çok şey kaçırmışım.

- Arog'un teaserlarından içinde T-Rex olan çok komikmiş.

- Nedendir bilinmez içimde romantik film izlemek için hiç bir istek yok bu aralar.

- Uzun bir tatil yapmak istiyorum. Şöyle tek başıma yalnız, kafamı dinleyip huzur bulacağım cinsten bir tatil olsun.

- Kitap, dergi okumayı özledim.

- Ne kadar istesemde yada uğraşsamda (aslına bakılırsa pekte öyle bir isteğim yok belkide ondan) resmi kıyafet üstümde illaki iğreti duruyor.

- Kafa çekmeyi çok özledim.

- Vurucu sonlar etkileyicidir. Akılda kalır. Unutulmak ise genelde huzur verir.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Sıkışık Zamanlar

BÖLÜM 1

Saatine baktı. Fazla zamanı kalmamıştı. Adımlarını dahada hızlandırdı. Aslında tür durumlardan hiç mi hiç hoşlanmazdı. Yeniden saatine baktı. Gerçekten çok az zamanı kalmıştı. Uzun zamandır görmediği arkadaşı onu dün çağırdığında onun iki ayağını bir pabuca sokacak bir buluşma teklif edeceğini nasıl tahmin edebilirdiki.

Ama arkadaşı hep böyleydi. Onu en olmadık zamanlarda en olmadık durumlara sokardı. Hatta aylar önce çekip giderkende onu yine olamayacak bir duruma sokmuştu. Buna rağmen hala arkadaş olmalarının nedeni tüm bu olaylara rağmen her ne olursa olsun onun yanında olurdu. Özellikle en kötü ve herkesin kendisine sırt çevirdiği anlarda o hep yanında olmuş ve tek destekçisi olmuştu.

Tüm bunları düşününce biraz acele etmekten zarar gelmezdi. Sonunda varması gereken yere varmıştı. Arkadaşının annesini gördü. Gözlerini güneş gözlüğünün altına gizlemişti. Sorna babasını gördü arkadaşının. Daha sonra tıpkı kendisi gibi arkadaşına son görevini yerine getirmek için gelenleri gördü sırayla..

Arkadaşı dün gece rüyasında ona veda edip onu son kez buluşmak için çağırırken onu soktuğu tüm belalar için özür dilemişti. Eğer onun hayata geri döneceğini bilse tüm bu belalara tekrar bulaşmayı gözünü kırpmadan kabul ederdi. Ama bu arkadaşının onun son kez soktuğu ve bu kez yanında olamayacak belaydı.

BÖLÜM 2

Neden yine işi son dakikaya bırakmıştıki. Bu soruyu sorar sormaz yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Bu güne kadar sanki başka şekilde işlerini bitirebilmişti. Hep en verimli olduğum anlar işi en son dakikaya bıraktığım anlar diye böbürlenip dururdu arkadaşlarına.


Ama bu ne üstesinden gelmesi gereken bir iş nede son güne kadar çalışmadığı bir sınavdı. Bu hayatı boyunca yapmak zorunda kalacağını hiç aklına getirmediği çok ağır bir görevdi. Gördüğü o kötü kabusu bölen o telefon ve sonrasında aldığı o kara haber.


Hayat gerçekten adil değildi. Bu haberin şoku ile evde duramazdı. Kendini dışarı atıp, divane gibi sokakları arşınlayıp durdu. Sahilde oturup güneşin doğuşunu izledi. Onsuz doğan ilk güneş hiç içini ısıtmıyordu. Hissettiği tek şey soğuk ve keskin bir acıydı.


Daha önce yaşadığı onca olay beraber atlattıkları onca vartadan sonra bu sefer olan şey gerçekten akıl alacak gibi değildi. Keşke hastanedeki onca ay boyunca onu dinlemeyip ziyaret etmediğine pişman oldu. Hep buradan çıktığımda bol bol görüşürüz zaten diyip gelmesini engellemişti.


Bunları düşünürken saatin ne kadar ilerlediğini düşündü. Bir an önce eve dönüp arkadaşının cenazesine gitmek için hazırlanmalıydı. Hayatı boyunca olmadığı kadar ağır bu görev için kalan tüm gücü ile yerinden kalktı ve yürümeye başladı. Ama zamanın ne kadar az olduğunu fark edince yürümek yerine koşmaya başladı...


Eski Hikayenin Yepyeni Kısmı

Hayatında çok belli planı olan yada sürekli yeni şeyleri deneyen biri sayılmam. Alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı daha doğrusu beğendiği şeyden kolay kolay vazgeçemeyen bir yapıdayım. Tabi bunda inatçı bir insan olmamında etkisi var. Bu arada inatçı bir insanın olmanın hayatta insana çok fazla yararı olmadığını bilecek kadar çok deneyimim var ama pek değişecek gibi değilim.

Neyse konu inatçılığımdan ziyade bugünlerde hayatımda yaptıklarım yada yapmak istediklerim. Öncelikle insanın iş hayatına atılması kendisine ayıracak zamanı ciddi anlamda kısıtlasada o azalmış zamanlarda çok daha fazla şey yapabilecek finansal rahatlığa ulaşmış oldum.

Ama yeniliklerle arası çok fazla olan biri olmadığımdan bu "yeni" durum beni zorluyor. Biliyorum kulağa komik geliyor. Fakat cidden bu duruma alışması zor. Daha doğrusu yapabilecek bir şeyleri bulabilmek nedense bana zor geliyor.

Genel olarak şu an için DVD koleksiyonumu eskisine göre dörde katlamışımdır herhalde. Bir ara fotografçılıkla mı ilgilensem diye aklımdan geçti ama hem fotograf çekecek yerleri arayıp oralara gidebilmek için fazla tembelim hemde hiç bir zaman iyi bir fotografçı olamadım.

Dans yada uzakdoğu sporları kursları gibi yerlere gitmeyi düşünmeyi bir kenara bırakın kendimi oralarda bile hayal etmekte zorlanıyorum. O nedenle bu tür saçma sapan bir olasılığı dikkate bile almıyorum.

Tüm bunları düşününce American Psyhco'daki gibi bir adamın neden insanları öldürmeye başladığı hakkında ister istemez bazı fikirer üretebiliyorum. Finansal durumu benim 10 mislim olan birinin hayatta bireysel olarak sahip olabileceği her şeye sahip olduktan sonra yanlızlığının hıncını yine insanlardan çıkarması gibi bir ihtimal aklıma geliyor. Tabi o seviyede bir sinir patlaması için yerlerde sürünen bir ahlak anlayışının gerekli olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.

İnsanlar rutin hayat tarzlarından bunalıp bir şeyler yapmak istiyor. Fakat ben ne o kadar marjinalim nede pek farklı şeyler yapabilecek kadar yetenekliyim. Dergi için yazı yazdığım günleri bu bakımdan özlemiyorum diyemem. En azından ayın ilk yarısında kafamda yazmam gereken konu ve yazının gidişhatını planlamam gerekirdi.

Aslında bunu yazınca eklemeden edemeyeceğim bir şey aklıma geldi. Bu bloga başlamadan önceki dönemde yazdığım pek çok şeyin belli bir konu (basketbol) hakkında olması ve bu konuda bilgisi olan insanlar için yazdığımdan klavyenin başına geçmeden önce hemen hemen ne yazacağımı planlardım. Şimdi ise bu blogda özellikle kendim hakkında yazdığım yazılarda özellikle bu planlama işinden uzak durarak yaratıcılığımı serbest bırakmaya çalışıyorum.

Neyse konuya dönmek gerekirse şimdi hayatımda iş hayatım ve boş zamanlarım var. İş hayatımda yapmam gerekenler ve yapacaklarım aşağı yukarı belli. Ama zaten azaldığı için bile daha kıymetli olan boş zamanlarımda neler yapabileceğim hakkında hiç bir fikrim yok. Buraya yazarken belki bir çözüm bulurum demiştim ama bu konu üzerinde daha çok zaman geçirmem gerekiyor sanırım.