28 Eylül 2008 Pazar

There Are Heroes, There Are Super Heroes And There İs This ...

Aslında pek akılımda yazmak yoktu ama sonradan aklımda yazılsa fena olmayacak bir şeyler belirince daha sonra yapılacaklar listesinde pas tutmasına gönlüm razı olmadı. Gerçi bu kararı vermemdeki önemli etkenlerden biri yapacak daha iyi bir şeyin aklıma gelmemeside oldu ama bu konumuzla alakalı (şimdilik malum yazının hangi aşamasında ne yapacağımı bazen yazarken planladığımdan neler olur neler biter bende tam emin olamıyorum) değil.

Neyse efendim aklıma gelen konu; sevdiğim film ve dizi karakterlerinin bir kaçından ve onları sevmemdeki nedenlerden bahsedeyim diyorum. Gerçi kabul etmek gerekir bu kadar subjektif davranabileceğim bir konuda abartı ve normal olmayan ama benim algıda seçicilik ile karaktere eklediğim şeyler olabilir ama oda sanırım yazının ruhuna oldukça uygun bir şey olacaktır.

Richard B. Riddick (Pirch Black & Chronicles Of Riddick)
Katil, suikastçi ve hepsinin birleşimi olarak Pitch Black'te tanıtıldığı gibi "insalar arasında olduğunda" tehlikeli bir yapısı var. Böyle bir insan sevilir mi yada kahraman olabilir mi diye sorular sorulabilir aslında. Ama genel olarak o insanları umursamaz yapısına rağmen çevresinde sevdiği insanların acı çekmesine kolay kolay izin vermeyen yapısı nedeniyle insanı kendine çekebilen bir karakter. Ama yinede çok sıkıştığında yanındakileri satabilecek bir yapısı olması ile bir yandanda her an tetikte olmanıza neden olan insanlara benziyor biraz. Tüm bunlar haricinde kendisini en çekici kılan klasik kahraman yapısının dışında durumun onu kahramanlık yapmaya zorlaması durumu olmuştur benim için.

Spawn (Spawn)
Bana kalırsa değeri bilinmeyen bir filmdir Spawn. Günümüzde yeniden çekilse çok daha fazla hayran kitlesine sahip olabilir ama şimdilik böyle bir ihtimal yok gibi. Her türlü pis işi yapan bir paralı askerin (Al Simmons) son işinde patronu tarafından tuzağa düşürülerek yanarak feci şekilde ölmesi ile başlar olaylar. Ardından yaptığı onca kötülükle direkman cehenneme yollanan Simmons burada şeytanla bir anlaşma yapar ve aşık olduğu karısını tekrar görmek için dünyayı ele geçirmek için kurulan cehennem ordusunun komutanlığını yapmayı kabul eder. Ama bu komutanlık için önce eğitilmesi ve "zırhını" kullanmayı öğrenmesi gerekir. Sırf şu giriş bile aslında Spawn'ı hem sevip hem nefret etmemize yeterli bilgiyi verir. Geçmişinde yaptığı onca berbat işe rağmen karısı için dünyayı feda edebilecek bir adam. Sonunda geldiği hali görüp ona bu gücü verenlerle iyilik adına savaşmayı seçmesi ve geçmişinde sahip olduğu herşeyi kaybetmesi nedeniyle korkusuzca savaşabilecek olması onu mükemmel bir silah haline getirmiştir. Olmak istemek isteyeceğinizden ziyade izlemek isteyeceğiniz bir karakterdir.

John Constantine (Constantine)
Çok sevdiğim filmlerden birinin çok sevdiğim baş karakteri ile devam edelim. Bir adam düşünün sırf ölünce (ki o kadar sigara içip akciğer kanseri olan biri için ölüm çokta uzak bir gelecek sayılmaz) cennete gidebilmek için iyilik yapıyor. İlgi çekici geliyor gerçektende. Kendisine verilen hayaletleri, melekleri ve diğer öteki dünyaya ait yaratıkları görebilme yeteneği/laneti nedeniyle yaptığı bir hatanın bedeli olarak aldığı ve asla kurtulamayacağı cezadan kaçmaya çalışan bir adam. Aslında savaştığı yaratıklar dünyayı ele geçirse o kadar umrunda olmaz yeterki ona dokunmasınlar. Yine bir zoraki kahramanla karşı karşıyayız ama bunun diğlerinden farkı biraz daha mistik oluşu ve ne savaştığı nede yanında olduğu taraf tarafından benimsenmesi.

John McClane (Die Hard 1,2,3 & 4.0)
Bir başka sevdiğim adam ve bir başka zoraki kahraman. Die Hard 3'te Jesus'ın (Samuel L. Jackson) dediği gibi tanrı bile onun ne yapacağını bilemez. Karşısında ise hep inanılmaz detaylı ve zekice plan yapmış süper kötüler bulan sert, inatçı ve çoğu zaman kuralları takmayan memuruz her seferinde tüm zorlukların üstesinden gelmişti. Ayrıca üçüncü film hariç serinin tüm filmlerinde işe bir şekilde aileside karışmıştı. Zaten belli bir noktadan sonra devam edebilmesini sağlayan en önemli unsurda hep bu olmuştu. Ailesi için kendisini feda edebilecek ama onlarla olduğunda ise sürekli kavga edecek bir tipti McClane. Yinede etrafınızda oldumu kendinizi güvende hissetmenize neden olacak bir adamdır. Tabi soyadınız Gruber değilse.

The Terminator (The Terminator 1,2 & 3)
Bu yazıda son olarak bahsedeceğim isim aslında bir android. Hatta serinin ilk filminde baş kötü olan bir android. Gelecekte insanlarla makineler arasındaki savaşta mutlak galibiyeti amaçlayan makineler insanlığın liderini daha doğmadan annesi ile beraber öldürmesi için geçmişe bir android gönderirler. İnsanlığın lideri John Connor'da kendisini ve insanlığı korumak için geçmişe en iyi savaşçısı Kyle Reese'i gönderir. Böylece makineler aslında kendilerine en büyük kazığı atmış olurlar. İronik açıdan bakınca bu durum oldukça ilgi çekmeye yetiyor zaten. Ayrıca serinin her filminde sonunda ne yaparsanız yapın hesaplaşma günü (Judgment Day) bir şekilde gerçekleşiyor. Yani insanlık ne kadar kaçsada savaş bir şekilde oluyor. Ama burda asıl önemli olan Terminator'ün kendi türünden olanlara karşı genç John'u savunması ve bu savunma sırasında androidlik sınırlarını zorlamaya başlayan yapısı. İkinci filmin sonunda kendini erimiş metale batırdığı sahne yada üçüncü filmde John'u öldürmemek için kendini kapaması gibi şeyler bir makinenin yapamayacağı şeyler. Ama her ne yaparsa yapsın o her zaman olağan şüpheli olmaya devam edecek. Çünkü o bir makine ve her zaman aslına dönme ihtimali mevcut.

Yazıya başlarken bunu tek seferde yazıp bitiririm diye düşünmüştüm. Ama daha şimdiden yazı bu kadar uzamaya başlayınca, bunu seri halinde yazmanın daha mantıklı olacağına karar verdim. Zaten daha yazmayı düşündüğüm bir çok karakterde var. Hepsini uzun uzun yazabilmek için bu serinin ilk yazısını Terminator ile sonlandırmak en güzeli.

Evrilen Yanlızlık

Neden daha önce bu konuya eğilmedim bilmiyorum ama geçenlerde aklımda bir fikir oluştu. Gerek kendi yaşam tarzımdan gereksede gözlemlediklerimden yola çıkarak bir varsayım oluşturmaya başladımda denebilir aslında. Lafı uzatmadan sonuca ve bu yazının ana konusuna getirmek gerekirse; sanırım günümüzde insanlar yanlız olmaktan daha çok zevk alıyor.

Bunu biraz açmak gerekiyor elbette. İnsanlığın başından yakın dönemlere kadar insanoğlu hep tek başına olmaktansa bir grubun yada bir topluluğun parçası olmak istemiş. Benzer ihtiyaçları yada benzer ortak zevkleri olan insanlar birleşmeyi tercih etti.

Ama şimdi insanoğlunun ihtiyaçları ve bunu karşılama yolları değişti. En basitinden mağaralarda yaşarken insan aç kalmamak için avlanmalıydı. Eğer grup haline avlanırsa başarılı olma şansı daha fazlaydı. Yada grup halinde yaşarsa başına bir şey gelmesi daha düşük bir ihtimaldi.

Şimdi ise hayat çok daha rahat. Bu ihtiyaçların çoğunu değil bir insan yarım insan bile halledebilecekse neden yanında kalabalık olmasını isteyesinki. Tek başına kafanı dinlemeyi tercih edersin normal olarak.

Peki ortak zevkler konusunda ne değişti konusuna gelirsek. Eskiden zevkler genelde karşında bir rakip olduğunda bir anlamı ve zevki olan şeylerdi. Mesela satrançtan tutuda eskrime kadar pek çok hobi yada şu anda aklıma gelmeyen pek çok şey yanlız yapılamayacak şeylerdi.

Şimdi ise hayatımızda rakip istersek en büyük rakip bilgisayarımız oluyor. Mücadelenin her türlüsünü klavyenizin başında yaşayabilir ve yanlızlığınızla başbaşa zevk aldığınız şeyleri dilediğinizce yapabilirsiniz.

Bu hayat tarzında bazen düşünmeden edemiyorum. Bilgisayarı olmayan adam mı yanlızdır yoksa etrafında kimse olamayan adam mı?

Açıkçası bu soruya bu aralar ister istemez bilgisayarsızlığın mağarada yaşayan ve en değerli varlığı ateşi sönen bir adamla aynı seviyede olduğunu düşünüyorum. İnsan artık kendi türüne değil kendi ihtiyaçlarını karşılaması için yaptığı makinalara bağlı bir hayat yaşıyor.

Aslında bu çok orjinal bir soru yada cevapta sayılmaz. Bu konuda pek çok film ve kitap yazılmış zaten. En son ve bilineni Matrix'i ele alalım. İnsanlar gelişmek için daha ziyade ihtiyaçlarını daha fazla karşılamak için makineleri o kadar çok geliştirmişlerdiki sonunda makinelerde bu kadar tembel ve iş yapmaktan kaçan bir türün yönetici pozisyonunda olmasını kabullenememişti.

Bu işin sonu ilerde gerçekten oraya mı gider bilemiyorum. Ama gün geçtikçe artık birbirimize değilde bilgisayarlara bağlanır olduk. Bunun reddedilmeyecek bir gerçek olduğu ortada peki bu bizi daha gelişmiş ve iyi mi yapıyor yoksa yanlız ve savunmasız mı yapıyor. Bunu cevaplayabilecek durumda değilim. Ben sadece soruları sorabiliyorum. Cevaplar gelecekte bir yerde karşımıza çıkacak.

22 Eylül 2008 Pazartesi

İki Kere İki Bazen Dört Etmez

Hayat bazen insana çok kolay gözükür. Son derece rahat seçimlerini yapıp sonunda ne elde edeceğini yada neleri feda etmen gerektiğini bilebilirsin. Bu anlar hayatta çok az olan ve bana kalırsa hayatın o kadar tatlı olmayan anlarıdır.

Tatsızdır çünkü sonunda ne olduğunu bildiğin seçimleri yaparken karnında o bilinmezliğin verdiği ağrı ve yükselen adrenalinin insanı diken üstünde tutan ama her şeye karşı uyanık olmasını sağlayan o hisleri duyamadan son derece kuru seçimler yaparsın. Bu tür seçimler zaten kolay ve hayatın geneline etki etmeyen seçimlerdir.

Kabul bu tür durumlar zordur. Çoğu zaman sonunda insan üzülür. Hatta pişmanlık bile duyarsınız. Ama arada o girdiğiniz riskten beklediğiniz sonucu aldığınızda duyduğunuz biraz haz vardır ya işte onun tadı, onun insanı tatmini başka hiç bir şeye benzemez.

Hem hayat zaten hep mücadele, hep savaş arada bir iki cephede galip gelebilmek ve bunu fark etmek normalde günlük hayatta çok seyrek yapılan olaylar.

Bu aralar pek böyle durumlarda kalmadım ama canım mı çekti nedir, bu durumları, bu anları anayım dedim. Hani şu evdeki hesabın çoğunlukla çarşıya uymadığı zamanlar. Zaten bu yazın başında yada bahar boyunca kendi hesabıma yetecek kadar olay yaşadım. Bir süre gürültüsüz patırtısız idare edip bu durumları yazıya dökmek bana daha iyi gelecektir.

Peki neden bu özel anları sevmeme rağmen bu aralar şu garantili işlerle sessiz sakin devam etmek isterim diye sorarsanız. Her şeyden önce insan yıpranıyor. Arada yaralarını sarmak için bir adım geri atmak. Kendi içine dönmek gerekir. Kaybolan, eskiyen veya değiştirilmesi gerekenleri yapıp kafanın 5000 km bakımını yapıp yola devam etmek gerekir. Yoksa allah muhafaza ilk tümsekte amortisörleri dağıtıverir insan.

Peki bu nekahat döneminden sonra ne olur. Eh ne olacağını yada ne yapacağını bilen hesaplayan olsam şu bir türlü toparlayamadığım mevzudaki ana konuyu yazacak bir bünye olabilir miydim? Hele bir zamanı gelsin hayat karşıma illaki yeni bir mücadele, yeni bir cephe çıkaracaktım. Asıl önemli olan o ana hazır olmak ve ne yapmak gerekiyorsa onu yapabilmek.

Yoksa o nekahat döneminde körelip daha önce iyileştirdiğin yaralardan daha beterinin açılmasına neden olursan yandı gülüm keten helva.

Her neyse bu konu derin konu; daha doğrusu toparlayıp açık açık ve anlaşılır anlatılması zor konu bende yazdıkça daha fena karışıyorum daha fazla dibe batıyorum. Öyle bir konuki ne yaparsam yapayım toparlamam zor olacak gibi. Ehh zaten burada yazanları okumaya alışıksanız aşağı yukarı beni anlamışsınızdır diye umuyorum. Heyhat inşallah ilerde daha anlaşılır ve daha neşeli konulara meze ederim blogu umarım.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Türkçe Karakter

Türkçe karakter gibiyim. Ne zaman ş ile başlayan bir şeyler diyecek olsam karşımdaki dolar işaretinden sonrasını dinlemiyor.

Türkçe karakter gibiyim. Büyük "i" olmak istesemde birileri hep noktamı benden alıyor.

Türkçe karakter gibiyim. Ne zaman alaturka olasım gelse etrafım dibine kadar alafranga olur.

Türkçe karakter gibiyim. Şapkasız çıkmak istemeyen g gibi inatlaşıyorum hayatla.

Türkçe karakter gibiyim. Hala hamburger yerine döneri tercih ediyorum.

Türkçe karakter gibiyim. Duygularım çoğu zaman mantığımı köreltiyor.

Türkçe karakter gibiyim. Tek başına ş olup tek tabanca takılmak yanına bir yol arkadaşı alıp sh olmaktan daha çekici geliyor.

Türkçe karakter gibiyim. An geliyor okunduğum gibi yazılasım geliyor.

Türkçe karakter gibiyim. Kurallar beni sıkıyor, sıraya aradan kaynak yapmak istiyorum.

Türkçe karakter gibiyim. Planlı olmak yerine kaderciyim.

Türkçe karakter gibiyim. Gülüyorum en ağlanacak hallerime

Türkçe karakter gibiyim. En basit şey için bile sınava girmeden bir şey ispatlıyamıyorum.

Türkçe karakter gibiyim. Spor benim için asla sadece görsel bir şov olamıyor.

Türkçe karakter gibiyim. Bazen en kaba espriyi bile en olmadık ortamda yapabiliyorum.

Türkçe karakter gibiyim. Gazeteye son sayfasından başlıyorum okurken.

Türkçe karakter gibiyim. Filmin en heyecanlı yerinde 7 dakika reklama katlanmak durumunda kalıyorum.

Türkçe karakter gibiyim. Filmde illaki kaya kafalının teki önüme denk gelir.

Türkçe karakter gibiyim. Ne zaman cep telefonundan "i"yi yada "ü"yü arasam telefon ingilizce karakter uyumludur beyhuda basarım tuşlara

Türkçe karakter gibiyim. Böyle aklıma estimi acaip yazılar yazarım.

Ah Bir Bilsem

Bu blogda daha önce yazdıklarıma eskaza göz atma şansınız olduysa zaman zaman tamamen o an gelen bir hisle plansız programsız yazılar yazabildiğimi görmüşsünüzdür. Buda onlardan biri olacak sanıyorum. Gerçi başlığı yazınca aklımda yazabileceklerim hakkında bir ışık yandı diyebilirim.

Evet ah bir bilsem. Bunu günlük yaşamımda çok fazla kullanır oldum. Belki iş hayatı nedeniyle daha çok dışarı çıktığımdan daha çok gözlem yapabiliyorum. Bununda sonucunda daha fazla şeye şaşabilir oldum. Gerçi pek çok gözlemlediğim şeyi o kadarda derinlemesine düşünme şansım olmuyor. Belki bundan belki biraz asosyal yapıda olan biri olmamdan gördüklerimin bazılarını bir yere oturtamıyorum.

Peki her şeyi anlamak zorunda mıyım diyede sormadan edemiyorum. Ama o kadar gözlem bombardımanına tutuluncada işin zevki bunları anlamlandırmak oluyor. En azından gördükleri beyinde yoğuracaksın ki gözlerin boşuna çalışmamış olacak.

Hatta bazen elde kafa yoracak bir şey kalmadığında sen gördüklerine bir şeyler eklersin. Ama bu yazıda bunlardan değil bu bilememek duygusundan bahsetmek istiyorum. Daha doğrusu gördüklerini anlamdıramayınca insan kendi hakkında ne düşünüyor bu benim asıl kafamdaki konu.

Genelde insanlara ukalalık taslamam (yada belki taslıyorumdurda farkında değilimdir) ama hemen her konuda az yada çok bir fikir söyleyebiliyorum. Ehh bu tür bir alışkanlık kazanan bir bünyenin gördüğü bazı durumlara karşı yorum yapmaya çalışmasıda (şü cümleyi yazarken fark ettimde ben biraz ukalaymışım sanırım) kaçınılmaz oluyor bir yerde.

Fakat her zaman her şey olmasını istediğiniz gibi olmuyor. Bazen gördüğünüz iki insanın yan yana durukenki uyumsuzlukları yada bir kişinin duruşu, hali, tavrı yada konuşması gözünüze takılıyor. Buna bir anlam kondurmak gerekir diyorsunuz. Ama oda ne zihninizin en derinliklerinize insenizde bir türlü aradığınız yani gördüğünüze uygun bir karşılığı bir türlü bulamıyorsunuz.

O anki duyguların en başında biraz kendine sinir geliyor herhalde. Nasıl bu konuda fikrin olmaz neden buna hazırlıklı değilsin diye kendime kızarım. Ardından bilgi dağarcığımın yetersizliğine üzülür kendimi biraz yetersiz hissederim.

En sonunda ise madem bu güne kadar bu konuda eksiklerim vardı. Bunu kapatmak için en iyi şans karşımdaki durumu iyice gözlemleyip detaylarına inip aradığım eksik parçaları bulmaya çalışırım.

Tabi bu uzun uzun anlattığım (hatta biraz daha uzatsam film senaryosu haline bile getirebileceğim) durum yaşarken bir göz açıp kapama anında olup bitiyor.

Zaten hayatın içinde böyle bir anda olan ama insanın en ince ayrıntısına kadar etüd edebildiği pek çok an yok mudur. En azından boş vakitlerde insan kendi ile başbaşa kaldığında bunlar ister istemez düşündüğü şeyler (her insanı kendim gibi algıladım biraz farkındayım. pek çok insna böyle davranmıyor olabilirde ama ben yinede insanların bana benzer hareket ettiği konusunda ümitliyim) olabilir.

Neyse bu çok başka ve belkide ayrı bir yazı konusu olur. Lafı toparlamak gerekirse; bu kadar yazdım ettim bu anlattıklarım bana hayatta bir şey kazandırıyor mu diye sorarsanız, size net bir cevap veremem. En azından bu yazıyı bana yazdırdı diye bir espri yapabilirim. Ama daha ciddi bir cevap aramak gerekirse belki bazen bu anlam arayışı sırasnda yeni şeyler öğrenebiliyorum. Fakat genelde bu durum yolculuk gibi vakit geçirme anlarında başıma geldiğindne en azından zaman öldürme konusunda faydası var diyebilirim.

Yinede bu konu hakkında net bir şey söylemem zor. Keşke tüm nedenleri bilsemde cevaplasam bu soruyu; ahhh bir bilsem :D

16 Eylül 2008 Salı

Post-İt Notları #2

- Bu aralar hayatımda yoğunluk için yeni bir seviye bulmam lazım sanırım. İş hayatı başka şeye benzemiyormuş.

- Hayatta gri tonlar arttıkça umursamazlığım dahada artıyor. Bazen bazı durumlarda tarafını seçmek lazım.

- Bu yaz o kadar filmden sonra vizyonda izlenecek bir şey kalmadı pek. Güzel filmlerin DVDleride geç çıkıyor. Tam ölü sezona girdik resmen.

- Şu son iki aydır erken kalkmayı dert etmiyorum. Ama asıl ilginç olanda bu benim gibi uykuyu seven bir adam bu durumu nasıl kabullendi çözemiyorum.

- Hayatımda çok kafama taktığım ama sonunda bir şey çıkmayan olayları o sürüncemede kaldığım zamandaki kadar evirip çevirmeden çabucak unutabilmemi seviyorum.

- Bu aralar aklımdan bir film geçiyorsa ya DVD'sine rastlıyorum yada TV'de denk geliyorum. Umarım bu uzun süre daha devam eder.

- Eskiden gözüme zor gözüken şeyler şimdi olasılıksızmış gibime geliyor. Nedense kendime zaman yaratmada zorlanıyorum.

- Her ramazanda olduğu gibi yine kendimi pozitif hissediyorum bu aralar.

- Bayram tatili gözümde tütüyor.

- Son zamanlarda en ciddi sıkıntım odaklanmak. Dikkatim kolay dağılır oldu.

- Yıllar sonra bir şeyi fark ettim ben kumaş pantolondan hiç hoşlanmıyorum arkadaş.

- İşte boş zamanlarımda sık sık spor bloglarını okuyorum. Daha önce bunu yapmadığıma pişman oldum.

- İlk boş zamanımda güzel bir kitap okumak istiyorum ama o kadar uzun sürecek bir boş zamanım olmaz gibime geliyor.

- Aldığım aylık dergilerden biri daha kapanınca kötü oldum. İlk sayısından beri hepsinide saklıyordum. Artık o sayılarıda kolay kolay atamam.

- iki kere iki sosyal hayatta genelde dört etmiyor.

- Şu eylülün ikinci yarısınıda iple çekiyorum. Tüm dizilerin yeni sezonları başlayacak.

- Aklımda yazayım diye tuttuğum güzel konular var ama toparlayıp uzun bir şey yazmak istediğiden burada yazmaya gönlüm el vermiyor.

- Eskiden tembeldim şimdi ise mütamadiyen yorgunum.

- Hayatımdaki son büyük eksiklerin eksikliği çok fazla koyuyor bana bu aralar.

- Dahada yazasım var ama burada kesmek en iyisi sanırım.

7 Eylül 2008 Pazar

Eski Kafdalı Bir Adamın Zihni

Sabah erken kalkmasına rağmen fazla vakti yoktu. Koştura koştura durağa gitti. Sabah olmasına rağmen son derece sıcak olan hava nedeniyle yol boyunca gömleği terden üstüne yapışmıştı. Zorda olsa otobüse zamanında yetişebilmişti. Bu vapura binmeden önce iskele önünde durup dinlenmesi için biraz zamanı olacak demekti.

Aklında bunlar varken alnından damlayan terlerle beraber kalabalık otobüste yol alıyordu. Otobüste yer bulup oturabilmiş olması ve tüm camların açık olması nedeniyle terlemesi durmuş, biraz biraz kendine gelmişti. Yol tahmin ettiğindende çabuk geçmişti. Neredeyse hiç zaman geçmemiş gibi geldi belki serinlemenin etkisiyle belkide aklının başka yerlerde olması nedeniyle..

İnsanların inmesini bekleyip sırası gelince oda otobüsten indi. Saatine baktı. Tıpkı tahmin ettiği gibi daha zamanı vardı. İner inmez iyot kokulu rüzgarında etkisiyle kendisini sabahtan beri ilk kez bu kadar enerjik hissetti. Sağını soluna baktı. Etraf bir hayli kalabalıktı. Kalabalık hep onu boğacak gibi olurdu. O nedenle hem daha gölge ve serin olan hemde daha boş gözüken iskelenin içine doğru gitmeye karar verdi.

Tam iskele yolu üzerinde yine bedava gazete dağıtanlar vardı. Vapuru beklerken bir şeyleri okumak hiçte fena bir fikir gibi görünmedi ona. Ama nasıl bir şey seçmeliydi okumak için. Tam o sırada ileriden gelen bir ses dikkatini çekti. Satıcılardan biri avaz avaz "gençler için gazete, gençliğin yeni tercihleri hakkında her şey burda" diye bağırarak elinde gazeteyi dağıtıyordu.

Sıkıcı günlük gazetelerdense böyle bir şey okumak şu sıcak sabahta daha güzel gelecekti muhtemelen ona. Aklında bu düşünce ile kararlı adımlarla gazeteciye doğru ilerledi. Dergiden daha geniş ama bildiğimiz gazete kağıdı kalitesinde bir kağıda basılmış 8-10 sayfalık bir şeydi. Eline aldığında doğru seçim yaptığını hissetmeye başlamıştı bile.

Akbilini kullanıp turnikelerden geçip koltuklardan birine oturdu. Ama gazeteyi vapura binene kadar okumamaya karar verdi. Ferah ve rüzgarlı vapur balkonlarında bu dergi ile haşır neşir olmak çok daha çekici gelmişti.

5-10 dakika kadar beklemesinin ardından vapur yanaşmış ve iskelede bekleyenleri almaya başladı. Kalabalıktan sıyrılarak üst kattaki ön kısıma doğru hızlıca ilerledi. Tahmin ettiği gibi henüz insanlar oraya doluşmaya başlamamıştı. Direk geminin en ucuna en yakın 2. sıraya oturdu. Çantasını yanına koydu. Ceketini çıkardı, katladı ve onuda çantasının üstüne koydu.

Artık beklediği an gelip çatmıştı. Şu merak ettiği dergiyi okuyabilecekti. Bakalım gençlik ile arasında çok fazla beğeni farkı var mıydı? Derginin kapağında Testere serisinin yeni filminin afişi vardı. Afişe dikkatli baktıktan sonra şu filmde iğrençlik ve psikopatlıktan ziyade süprizli senaryo yapısına odaklansalar çok daha izlenebilecek bir film olacaktı.

Kapağı çevirdiğinde ikinci sayfada gençlerin sevdiği kıyafetler ve takılar hakkında çok detaylı iki sayfayı kaplayan bir yazının ilk kısmına bakmaya başladı. Bizim zamanımızda en fazla pantolana bir zincir takılırdı şimdi aksesuarlar ne kadar çeşitlenmiş böyle diye mırıldandı belli belirsiz. Hele şu damalı ayakkabılar ve dar siyah pantolanları ha birde o tuhaf saç kesimlerini asla anlayamamıştı zaten. O en fazla saçlarını toptan uzatmış ve kendi haline bırakmış. Ama allah için sakal kesimleri konusunda belkide bu dergige bahsedilenlerden daha ilginç modeller denemişti.

Derginin ortasına geldiğinde (elbise makalesinden sonra bir tam sayfalık bir okul malzemeleri rekalmınada bıyık altı gülerek bakıp hemencecik geçti) spor ve özellikle basketbol hakkında bir yine uzun bir makale onu bekliyordu. Kendisininde izlemekten ve takip etmekten en çok hoşlandığı spor dalı hakkında yeni neslin beğenilerini görmek ve kendisi ile karşılaştırabilmesi ilginç olacaktı.

Yazıyı okurken fark ettiki yeni neslin sevdiği oyuncular sadece sporculukları ile değil tarzları ilede pek çok diğer sporcudan öne çıkan karakterlerdi. O ise her zaman sportif olarak ortaya somut bir şeyler koymuş, o spor dalına saha içinde damgasını vurmuş adamları severdi. Ama önceki makaledeki tarz eğilimlerini görünce bu durumu çokta yadırgamamıştı.

Sondan bir önceki makale ise günümüzde çok tutulan müzik türleri hakkında geniş bir yazıydı. Hemen her tarz için yazılan bir çok grup görünce biraz afallamıştı açıkçası. Kendisi zamanında pek çok grubu en çok bir şarkılar ile tanırken şimdi tvde yada radyoda bir şarkısını duyup bir grubun o zamana kadar çıkardığı tüm albümlere son derece kolay ulaşılabilmesi her ne kadar bu duruma alışkın olursa olsun onu şaşırtmayı başarıyordu. Vay be bir aralar ben bir senede toplam o kadar farklı grubu dinleyemezdim derken yüzündeki sırıtmayı sanırım yanındaki yaşlı teyzede görmüş olmalıki ona tuhaf tuhaf bakıyordu.

Derginin son makalesine geldiğinde gemide Karaköy'e iyice yaklaşıyordu. Bu son makale ise sanal alemde moda olan siteler ve içerikleri ile ilgiliydi. İlk baştaki bir kaç site hemen onunda tanıdığı bildiği yıllardır kendisininde girip çıktığı dizilerdi. Ama listenin ortalarına geldiğinde ise tanıtılmaya başlanan sitelere kelimenin tam anlamı ile Fransız kalmıştı. Hele ekşi sözlük varken Vikipedia ona son derece gereksiz gelmişti.

Tam bunları düşünürken gemi sert bir şekilde sallandı. Etrafına bakındığında geminin iskeleye yanaştığını ve halatlarını attığını gördü. Apar topar ceketini giydi. Çantasını eline aldı. Tam o sırada arkasında bir ses duydu.

"Affedersiniz dergiyi alabilir miyim?" dedi lise çağlarındaki genç bir çocuk. O da "elbette alabilirsin zaten benden çok sana hitap ediyor sanırım bu dergi" dedi yüzünde kocaman bir gülümseme ile.