30 Haziran 2008 Pazartesi

Şafaktan Gün Batımına

Hava çok sıcak, rüzgar ise fıslamıyordu. Dışarda ise sadece başı boş bir kaç kedi miyavlıyordu. Şehir bu bunaltıcı ortamda uyumaya çalışıyor ama beceremeyip yatakta dönüp duruyor gibiydi. Denedikçede hava dahada yapış yapış bunaltıcı geliyordu. Fakat bu havayı ve durumu umursamayan biri şehrin aksine hareket ediyordu.

Sanki erken saatte bir işi var gibi güneş yeni yeni doğarken uyanmıştı. Hatta vücudu bile yataktan çıkmak istemiyorken kendisi ile savaşarak kalkmak konusunda inat etmişti. Zorda olsa doğrulup yüzünü kaşındıran sakallarını sıvazladı. Bu arada hala uykulu odan beden istemsiz olarak esnedi. Uzun zamandır esnerken bu kadar gerinmemişti. Neredeyse bütün kasları kasılmıştı.

Kendine gelmek ve temiz hava almak için camı açmayı düşündü. Tüm gece boyunca klimanın serinlettiği oda camın açılması ile bir anda sıcak ve ağır bir hava ile doğdu. Bu havanın etkisi ile bir anda ter içinde kalınca; camı açtığına lanet etti ve derhal tekrar camı kapayıp. Güneşin karşısındaki iki taraflı apartman sıralarının arasından uzanan yolun üzerine doğuşunu izlemeye başladı.

Önce turuncu alevin ucu belirdi. Sonra yavaş yavaş bu turuncu kenarlı alev topunun ortasındaki sarı renklerde kendini göstermeye başlamıştı. Sırf şu güneşin doğuşu bile gün içinde havanın nasıl olacağını gösterir gibiydi. Neredeyse güneş bile sıcaktan bunalmış gibi duruyordu. Aklı olan ama dışarda işi olmayan birinin dışarı çıkmak istemeyeceği cinsten bir gün gelecek gibi gözüküyordu.

Ama işi olmamasına rağmen pek aklı olan biri değildi. Bu manzara bile onun inatçı yapısını bozamamıştı. Güneşin doğumunu izlerken biraz ayılsada gözlerini hala tam olarak açmakta zorlanıyordu. Odadan çıkıp banyoya gitmeye karar verdi. Dışarı çıkmadan önce soğuk bir duş ile hem dışarıdaki sıcağa daha iyi dayanacak hemde ayılabilecekti.

Duştayken şarkı söyleyen insanlarından olmadığından daha ziyade düşünüyordu. Yapacak başka bir şeyi olmadığından geçmişi düşünüyordu. Fakat geçmişte yaptıklarından iyi yada kötü pişmanlık duymuyordu. Sadece şunu farklı yapsam sonunda ne olurda yada bu olay başıma gelmese şu anda nerede olurdum gibi şeyler geçiyordu aklından. Başka bir deyişle kendini oyalamak için böyle bir yol bulmuştu.

Duşta geçen 30 dakikadan sonra parmakları morarmaya başlayınca çıkması gerektiğini anladı. Duştan çıktı vücudunu kuruladı ama saçlarını sadece taramkla yetindi. Sonra dışarıda giymek için kısa kollu bir gömlekte birde kot seçti. Sonra ağır ağır giyinmeye başladı. Giyindikten sonra acele acele bir şeyler yiyip sonunda evden çıkmaya hazır hale geldi.

Kalktığından beri bu kadar vakit geçirdiğinden şimdi sokaklar uyandığındaki gibi huzursuz bir uykuda değil bilakis yoğun bir insan kalabalığı ile doluydu. Sıcağa rağmen koyu renk elbiseler giyerek işe gitmek zorunda olan insanlar. Rahat giyinebilmiş olsalarda ellerindeki dershane dosyaları ile pırangalanmış sınav mağduru öğrenciler ve bunlar gibi amaçlı yada amaçsız pek çok kişi artık kendini sokağa atmıştı.

Ama onun ne bir amacı nede dışarda olmak için bir nedeni vardı. Sadece tek başına olmamak için sokaklarda, kalabalığın içinde yalnızlığı tercih etmişti. Kafasında pek bir şey olmadan bir oraya bir buraya dolanırken geçen kış kadıköyde karların içinde dolanırken kestanecide önüne atlayan tipi görünce bir an karşısına çıkıp yaptığın ayıp değil mi demek istesede bu ona bile fazlasıyla delice gelmişti.

Bu olaya fazla takılmamaya çalışarak kadıköy sahile oradanda Haydarpaşa'ya geçmişti. Saatte ilerlemiş ve öğlen olmuştu. Gardaki restorantta öğlen yemeği yiyerek zamanını değerlendirmeyi hep çok severdi zaten. Sonra restoranda oturduğu masanın hemen karşısında ilk baharda garda gördüğü sevgilileri görmüştü. Bu sefer ikiside üzgün görünmediğine göre adam gittiği yerden geri dönmüş olamlıydı. Bu durumu izlerken masaya gelen yemekle beraber gözleri ve zihni tekrar kendi masasına döndü.

Yemeğini ağır ağır ve afiyetle yedikten sonra kendisini iskelenin yanındaki büfenin kenarındaki masalara attı. İskelenin girişini çok net gören masasına oturalı beş dakika olmamıştıki yanaşan vapurdan çok hoş siyah saçlı bir kız çıkmıştı. İster istemez gözü kıza takılmıştı. Kız ise kafasını kaldırıp vapura bakıyordu. Daha sonra oda kızın baktığı yere bakınca vapurun ön tarafındaki açık koltuklardaki genç adamı görmüştü. Kızın vapurdan inerken ona baktığına göre herhalde sevgilidirler diye düşündü. Ne şanslı oğlan dedi bir anda bunu nasıl sesli dediğine kendi bile inanamayarak.

Daha sonra sıcağa meydan okuyan ılık meltemle biraz kendine gelsede içinden bir ses kalkıp gezmesini söylüyor gibiydi. Bu sese rağmen yinede orada bir kaç saat kalmayı başarmıştı. Şimdi ise eve dönmeden önceki saatlerini kalabalık ve cıvıl cıvıl bir yerde geçirmek en iyisi gibi gözüküyordu. Çünkü içindeki ses artık bu konuda oldukça istekli davranıyordu.

Moda'daki çaybahçeleri bu iş için en uygun yer gibi gözüküyordu. Genelde daha erken gitsede bu gün oraya biraz geç gittiğine hiç pişman olmamıştı. Oraya vardığında ise öğleyin hep denize en yakın masada oturup kendisi gibi etrafı izleyen genç çocuğun aslında orada çalışan biri olduğunu görünce etrafına belli etmesede şaşırmıştı. O çocuğunda tıpkı kendisi gibi boş gezenin boş kalfası olduğunu sanıyordu. Anlaşılan dünyada herkes onun kadar amaçsız değildi.

Bunları düşünürken genelde o çocuğun oturduğu masaya doğru götürdü ayakları onu. Daha sonra çocuk yanına gelip siparişini sordu. O bir anda sanki hayatında ilk defa biri ona soru sormuş gibi şaşırarak irkildi. Ardından kendini biraz toparlayarak soğuk bir limonata istedi. Çocukta gülerek derhal dedi ve masadan uzaklaştı.

İşte gün boyunca beklediği an gelmişti. Sabah büyük bir keyifle doğuşunu izlediği güneşin şimdide yine aynı keyifle batışını izleyecekti. Güneşte onu kırmamış ve orada geçirdiği 2 saatin sonunda turuncu ucunu denize değrdirmişti. O anı sanki büyülenmiş gibi izliyordu. Daha rahat görebilmek için güneş gözlüğünü taksada güneşe direk bakmak mümkü değildi. Ancak çok kısa anlarda gözlerini oraya dikebiliyordu. Yinede bu kısa anlar ona sonsuz gibi geliyordu.

Derken masasında biriken üç boş limonata bardağını almaya gelen çocuk yaklaştı ve "başka bir arzunu var mı" diye sordu. Daha önceki ilk soruşunda yaşadığını belkide 10 kat büyük bir irkilmeye yaşasada bu sefer daha hazırlıklı gibiydi. Anında kendine hakim oldu ve hesabı istedi. Gerçekten güneş batarken bugün ilede ilgili hesabını kesmişti. Birden içine dolan huzurla beraber hesabını ödeyip yeniden evine doğru yola çıktı. Bu arada neredeyse tamamen batmakta olan güneşede yanındaki insanların şaşırmalarına aldırış etmeden "yarın sabah yine görüşeceğiz" dedi.

26 Haziran 2008 Perşembe

Öyle Hallerden Biri

Bu sefer kendim hakkında yazmak niyetinde değildim. Zaten o nedenden bir süredir yeni bir şeyler yaz(a)madım. Ama geçen sürede anladımki he ne kadar istemesemde kendim hakkımda anlatmam gereken bir şeyler hala varki aklımı kendimdem daha uzaklara açamıyorum.

Hem kendim hakkında yazmak istemeyip hemde bir şeyler karalama isteğimi gerçekleştirmeye çalışmakla geçirdim son bir kaç günü. İşin kötüsü sanırım hakkımda yazmak istememden dolayı o konudada aklıma yazacak bir şey gelmemesiydi.

Daha önceleri doğaçlama yazılar yazmıştım ama bu seferki durumum hiç öyle değil. Hani bazen gözünüzü açıp kapadığınızda ne yazmanız gerektiği açıkça gözükür. Aslında doğaçlama olarak yazdığınıza inandığınız şey bilinçaltınızda zaten düzenlenmiş ve sizin onu kelimelere dökmenizi bekler. Bu tür yazıları yazarken insan sadece yazının düzenine ve konunun bütünlüğüne dikkat etse yeterli oluyor.

Ama şu anda göz kırpmayı geçtim. Gözlerimi bir daha açmayacakmışım gibi yumsamda bir türlü aklımda beni böyle alıp götürecek bir fikir, bir kıvılcım (adına ne derseniz deyin) gelmedi. Bende sonunda belkide yapmam gereken bu durumu yazmaktır diye düşündüm.

Belki problemimi kendime anlatmaya çalışırsam bu halimden kurtulurum diye düşündüm. Şu ana kadar anlatmaya çalıştığımdan anladığınız üzere son bir kaç gündür fikirsel bir tıkanma yaşıyorum. Asıl ilginç olanı aklım tek bir şeye takıldığından yada kafamı kurcalayan bir sorun olduğundan odaklanma sorunu yaşamaktan ziyade; odaklanacak üzerine gidecek hiç bir şey bulamamdan dolayı bir tıkanıklık yaşamam oldu.

İnsan öylesine bir kaç gün geçirince yazacak öylesine bir şey bulamadığından ancak öyle hallerden birindeyim gibi sözde felsefi ama özde ot gibi oldum şu iki üç günde ne yaptığımı yada yapacağımı pek planlamıyorum tarzı bir başlık atıyorum.

Bu arada yazdıkça (daha doğrusu yazarken kendimle hesaplaştıkça) yıl içinde yaşadıklarımdan sonra aklımın yaz tatiline çıktığını düşünmeye başladım. Gerçekten son günlerde yaptıklarıma bakınca böyle akılda kalıcı fazla bir şey yapmadan tamamen hayatın akışına kendimi bırakarak kafamı boşaltmaya çalışıyorum sanırım.

Bunu yenimi anladın be kardeşim diyebilirsiniz ama kontrolü bırkamışsanız sorunun nerede olduğunu nasıl anlayabilirsiniz diyerek sorunuza soruyla yanıt verme gıcıklığında bulunabilirim. Sanırım bunları yazmak kafamın yeniden çalışmasına vesile oldu gibi.

Durumumu analiz edip sorunun kaynağını bulup birde bunu fark etmemin nedenlerini savunabildiğime göre birileri tatilden döndü diyebilirim.

Böylece belki okuyanlar için anlamsız ve öylesine gözüken bir yazı benim için daha anlamlı ve geleceğe yönelik bazı planlalamar yapmama yönelik bir motivasyon kaynağı oldu.

Bunu okuyanlara (tabi eğer varsa :D) verdiğm rahatsızlaktan dolayı özür dilerim. İlerleyen yazılarda bunu mümkün olduğunca telafi etmeye çalışacağımın sözünü veririm.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Yaşarken Biriktirdiklerim

Serhat Özcan'ın tek kişilik oyununun adı olan "Susarken Biriktirdiklerim" bu adı ilk gördüğümde bir hayli düşünmeme neden olmuştu. Her nedense bu isim beni etkiledi. Özelliklede biriktirme kısmı nedense bana yakın geldi.

Genel olarak hayatta gözlem yapmayı bildiğimi düşünmüş biriydim. Buna ek olarak birde çevremde duyduğum olaylarıda aklımın bir kenarına yazdığımı düşününce, bu biriktirme işi bana çok uzak bir anlayış değil.

Bende buradan yola neden çıkmayayım dedim. Ve işte şu anda o kararımın sonucu olarak bilgisyaramın başında klavyemin önündeyim. Yanlız ben hayat genelimde pek susan biri olmadığımdan başlıkla biraz oynamam gerekti. Ama böyle kendi adıma ne biriktirdim diye sorduğumda; işte bunlardır diye dökülemiyorum. Kronik problemim olan kendimi insanlara açamama sorunun bir başka yat etkiside bu olsa gerek.

Yinede insanın kendini geliştirmesi için korkularının ve sorunlarının üzerine gitmek gerektiğine inandığımdan. Kendimi açılmak için sonuna zorlayacağım. Evet bir şeyler gelecek gibi. Bu kadar lafı dolandırıp durduktan sonra sanırım bir şeyler dökülecek gibiyim.

İlk olarak hayatım boyunca gözlemlediğim en önemli olaylardan biri farklı cinsler arasında ilişkiler. Oldu iki farklı cinsin (daha anlaşılır konuşmaya kendimi zorlarsam kadın ve erkek) beraber olmaya karar vermelerinde yada anlaşmalarında (ki sanırım bu tür bir ilişkide karar vermeden ziyade iki tarafın ortak bir sonuç için anlaştığını söylemem daha doğru olacaktır) neden olan motivasyonlar yada onları birleştiren etkenler çok ilgimi çekmiştir. Pek eveleyip gevelemeden saymak gerekitse en sık dikkatimi çeken ama aynı zamanda en çok tiksindiğim etken çıkardır. Kız yada erkek (dürüst olmak gerekirse çoğunlukla kızlar bu konuda daha önce çıkıyor) karşısındakinden bir çıkarı olduğunda hiç bir ortak yanı olmamasına rağmen beraber oluyor. Belki günümüzde oyunun kuralı bu olabilir. Ama bu günümüzün şartları her zaman kuralına göre oynamanın iyi bir şey olmadığını düşünmemi engellemiyor.

Muhemelen bu söylediğime bunu okuyacak insanlar inanmayacaktır. Hadi canım sende; eğer elinde çok çekici imkanlar olsa sırf güzel olduğu için bir kıza ilgi duyabilirsin der. Ama bu noktada bu ilgi duyma ile ilgili biritirdikleriminde devreye girmesiyle birine ilgi duymada bir kaç etken olması gerektiğine inanıyorum. Her şeyden önce işin altın kuralı ortak noktalar. Bu sadece karşı cinsle ilişkilerdede değil bir insanın hayat boyu her türlü insan ilişkilerinde (iş hayatını göz ardı ediniz, tamamen kişisel hayattan bahsediyorum) iki kişinin oturup konuşabileceği bir (hatta en sağlıklısı bir çok) konu olursa bu durum iki kişinin yaklaşması için çok önemli olacaktır. Bir diğer önemli nokta ise uyum olmalıdır. Bir kişinin yaşam tarzı ile ilgilenmeyi düşündüğü kişi ile benzer daha doğrusu "uyumlu" olmazsa o iki kişinin mutlu bir geleceği olması zor görünüyor.

Filmlerdeki (özelliklede yeşilçam filmleri; ki benim bu konudaki en ciddi gözlem alanım yeşilçam filmleri oldu) ayrı dünyaların insanların mutlu olmak için her türlü engeli aşması durumu ancak filmlerde olacak cinsten bir şeydi. Gerçek hayatta işler hiç bir zaman o kadar yolunda gitmiyor (en azından ben pek yolunda gittiğine şahit olmadım) gibi görünyor.

Bir başka biriktirdiğim ve benim için en önemli nokta ise insan ilişkilerinde tamamen dürüst olmak. Az sırrın olup iyi bir sır saklayıcısı olmak bence kişinin sahip olması gereken olmazsa olmaz bir özelliğidir. Biraz karışık görünebilir ama açayım. İnsanlara güvenmeden onlarla samimi olamayacağınızdan; pek fazla sırrınız olmamalı insanlardan saklayacak bir şeyiniz olmazsa çok daha güvenilir biri olursunuz. Hele benim gibi kendini yada dertlerini çevresine açamayan birinin birde sırları olursa iyiden iyiye insanların arasından kendini çekmeye başlar.

Buna ek olarak kişilerin size güvenip verdikleri sırlarıda olmayan kendi sırlarınız kadar iyi saklamanız gerekir. Eğer birinden öğrendiğinizi başkasına yetiştirmeye başlarsanız gün gelir kimse sizle samimi olmaz; o sevdiğiniz insanlar aranıza aşılmaz duvarlar koyarlar.

Şöyle yazdıklarıma baktımda hayatta biriktirdiklerimin benim için en önde gelenlerine baktımda. Acaip biri olduğumu anlamak için çok dikkatli yada leb demeden leblebiyi anlayan biri olmaya gerek yok sanırım. Günümüzün favori anlayışı olan yüzeyselliği ve basitliği yererek geniş kitlelere sırtımı dönebilecek kadar acaip biriyim.

İnsan diğerleri kadar kendisinide gözlemleyince böyle şeyler söyleyebiliyor. Acaip olabilirim ama asla bu durumdan rahatsız olduğumu söyleyemem.

17 Haziran 2008 Salı

Üç Yanlış Kaç Doğruyu Götürür

Kirli, karanlık, izbe ve rutubet kokan odasına kendini zor attı. Geçirdiği günden sonra bu köpek kulübesinden hallice oda ona kral dairesiymiş gibi geliyordu. Yayları çok uzun yıllar önce kırılmış. İçinden pamuklar dışarı doğru sarkan, üzerinde herhangibir nevresim yada çarşaf olmadığından her türlü lekenin rahatça seçilebildiği şiltesine uzandı. Daracık camı binanın dış yüzeyine konan reklam panosu nedeniyle kapanmıştı. Bu nedenle güneş daha battımı yoksa batmadı mı analmasının imkanı yoktu.

Kapkaranlık odada ışığı yakmadan, kirden ve örümcek ağlarından zar zor görünen tavana bakmaya başladı. Çok değil bundan 2 yıl önce çok başka bir hayatı; hedefleri, hayalleri ve arzuları vardı. Şimdi ise sadece günü kurtarmaya çalışıyordu. Hiç bu kadar çabuk ve dibe düşebileceğini tahmin edemezdi.

Trainspotting filminde Ewan McGregor'un uyuşturucu müptelası arkadaşlarından daha beter bir durumda yaşıyordu. Ama asıl üzücü olan bu hayat ona eskisi kadar koymuyordu. Yeniden düzenli ve güzel bir yaşamı olacağına olan inancını kaybetmişti. Onu en çok içten içe yiyende buydu. Pes etmişti, olanları kabullenmiş ve kaybedenler için gerçek bir rol modeline dönüşmüştü.

Halbuki çoçukken neler hayal etmişti. Zeki ve atak bir çocuk olarak ilerde muhakkak başrılı olacak. Herkesin parmakla gösterdiği ve başarı öyküsünü çocuklarına anlattığı biri olacaktı. Yanlışlar ... Ah o sonu gelmez ve bir kez başladımı sonu gelmez yanlışlar yok muydu. Hayatta hep yanlışların düzeltilebileceğine inanarak büyümüştü. Taki kendi yanlışların en büyüğünü yapana kadar.

O kendine aşırı güvenme hatasını yapmıştı. Kendine çok güvenip yanındaki tüm dostlarını ve onu sevenleri kendine düşmanmış gibi görme gafletine düşmüştü. Onlarda uzak durmaya başladıkça batağa gömüldü. Batağa gömüldükçe dahada dönülmez bir yola girdi. Sonunda kurtulmak istediğinde o yanından uzaklaştırdıkları onu görmezden geldi.

Karma yada adı her neyse artık yaptıklarının sonucu olarak ödemesi gereken bir bedel vardı. Bu bedel bir zamanlar acımadan kendisinden uzaklaştırdığı, kırdığı yada daha kötüsü zarar verdiği insanlardan özür bile dileyemeden yaptıklarını telafi edemeden bu tek hücreli ve ziyaretçisiz zindanda yaşamak olacaktı.

Sınavlarda hep derler 3 yanlış bir doğruyu götürür. Düşününce gerçekten bir doğrunun değeri bumudur. Yada her yanlışın etkisi aynımıdır. Bu işin böyle bir matematiği varmıdır. Dahada önemlisi bu işi formulize edebilmek mümkünmüydü. Eğer öyle olsaydı yaptığı tek hata hayatını yörüngesinden çıkarıp onu bu deliğe sokmazdı.

Peki bunlara neden dayanıyordu. Neden katlanması gerektiğine inanıyordu. Bunun için aklına iki şey geldi ilki adalete olan inancıydı. Yaptığı yanlışın bedelini ödediğinde şans sonunda onunda yüzüne gülecekti belki. Aklına gelen diğer şeyse bu ilk fikrinde çıkış noktası olan şeydi. Umut ... En aptalcasından, en safçasından, en inanılmayacak cinsinden bir umut. İşte onu devam etmeye motive eden tek şey bu kadar basit ve bu kadar uzak bir şeydi. Her şeye rağmen ufacık bir ihtimal bile olsa denemeye değerdi. Nede olsa bu hale gelmesine neden olan şeyde bu umuttan daha büyük bir şey değildi

16 Haziran 2008 Pazartesi

Yağmur Sonrası Toprak Kokusu

Şimdi bu başlık nerden ve nasıl çıktı demeyin. Birden aklıma geliverdi işte. Sanırım bu güm öğlen yağan yaz yağmurundan (gerçi bu yağmurdan sonra koklanacak ıslak toprağın olduğu bir yerde değildim ne yazıkki) esinlendim.

Bu kısa ve abidik giriştende anlaşılacağı üzere aklımda yazacak net bir konu yok. Doğaçlama bir şeyler yapmaya çalışacağım. Daha doğrusu içimdeki ses konu aramayı boş ver, klavyenin başına geç ve tuşlara basmaya başla dedi.

Başlığı bulma anımda açıkçası sonrası için beni umutlandırmıştı. Fakat nedense şimdi mevzuyu münasip bir konuya paslamakta zorlanıyorum. Ama doğaçlama yazmanın güzel yanında böyle zorlukları yaşadığınız anda bundan bahsederek en azından yazmaya devam edebiliyor olmanız.

Cidden düşünüyorumda bu aralar öyle aman buraya gelip yazayım dediğim pek bir şey yaşa(ya)madım. Amma velakin hikaye yazacak bir motivasyonum yada yazacak bir konumda yok. Sadece yazı yazmak istiyorum. Plan yapmadan bir sonraki cümlede ne yazacağımı bilmeden yazmak istiyorum.

Evet sanırım bir noktaya gelmeye başlıyorum. Hayatta insanın böyle anları olur. Beş N ve bir K'dan oluşan sorulara cevap aramaksızın içindeki sesi dinleyerek bir şeyler yapar. Çoğu zaman bu sesi mantığınız bastırabilir. Fakat öyle anlar gelir bu içinizdeki ses o kadar güçlü o kadar engellenemez hale gelirki mantığın m'si kalmaz ortada.

İşte öyle anlarda istediğinizi yapabilmenin verdiği çoşku cidden tarif edilemeyecek kadar güçlü oluyor. Sizi oluşturan her bir hücrede bu çoşkuyu hissedersiniz. Her şey sizin doğru yolda olduğunuzu ve doğru şeyi yaptığınızı söyler. Sorumluluklar yada rutin hayatınızdaki stres kaynakları uzak bir anı gibi kalır.

Tek bir işe, tek bir noktaya odaklanırsınız. Kafanızda her şey berraklaşır. Hiç bir engel yada sorun sizi yolunuzdan alıkoyamaz. Benliğinizle içinizdeki en derin duygu yada kişiliğinizin özü ile bağlantıya geçmişsiniz zaten, öyle bir gücü kim durdurabilirki.

Mesela ben bu sayfayı açarken çok zorlandım. İnternetimde bir sorun mu vardı yoksa genel bir yoğunluktan mı bilemiyorum. Sayfayı her tıkladığımda "sayfa görüntülenemiyor" mesajını ekranımda gördüm. Sonunda tam girip yeni gönderiye tıkladım. Bu sefer yazıyı yazmak için açılacak olan kutucuk bir türlü çıkmadı. Tam o anda aslında sayfayı kapatmış ve boş ver sonra daha belli bir konu ve planla bir şeyler karalarım, daha dün yazı yazdım zaten dedim.

Ama o sayfayı kapadığım anda bir anda içimde bir şeyler oldu. Muhakkak bu sayfanın açılması gerekiyordu. Muhakkak benim yeni gönderi yazmam gerekiyordu. Bundan kaçmamın yada ertelememin yolu yoktu. Daha ben bunları kafamda ölçüp tartamadan sayfayı yeniden açmıştım.

Şu yazıyı okuyan sayılı ve tektük kişiler şu noktaya kadar sabredip beni okuduysa şu ana kadar hala ciddi bir konuya değinmediğimi fark etmiştir. Buna ek olarak zaten bu yazıyı belli bir şablonla yaz(a)mayacağımı daha ilk paragraftan belirttiğim için o konuda pek bir rahatsızlık duymuyorum.

En azından içimden o an geçen duyguları ortaya koyabildim. Sanırım şu anda yapmak istediğim şey buydu. Bu blog sayesinde içimdekileri yansıtabilmek.

15 Haziran 2008 Pazar

Kahramanı Olmayan Masallar

Hepimiz çocukluğumuzda masallarla, hikayelerle büyümüşüzdür. Ya bir aile büyüğünden yada bir kitaptan dinlediklerimiz hayal gücümüze ilk tohumları eken sihirli anlardır. Ama gerçek hayat o hayallerimize kaynak olan masallara benzer mi? Gerçekçi olmak gerekirse buna olumlu bir cevap verebilmek mümkün değil.

Masallar içinde ne olursa olsun eninde sonunda yüzünüzü güldürecek şekilde biter. Bir masalı dinlerken ne kadar heyecanlansanız yada korksanızda sonunda kötü şeyler olmayacağını ve işlerin iyiye varacağını bilirsiniz. Gerçekte ise işler hiç öyle gitmiyor ne yazıkki. Her şeyden önce hayatta hiç bir şey her zaman iyi bitmez. Bazen biz yanlışlar yaparız bazen işler bizim istediğimiz gibi bitmez. Ama öyle ama böyle gerçek hayatta üzüntülü ve sancılı sonlar çok olasıdır.

Bu yetmezmiş gibi masallardaki yakışıklı, güçlü, korkusuz ve dürüst prensler yada dünya güzeli, iyilik timsali ve adeta kanatsız melek olan prenses gerçek hayatta yoktur. Başka bir deyişle hayatta hiç kimse tamamen beyaz değildir. Bunu okuyup hadi canım ben gayette öyleyim diyen biri varsa hayatına, geçmişine ve anılarına biraz bakmasını öneririm. Belkide masallardaki gibi işlerin iyi gitmemesinin en önemli nedenide gerçekte hepimizin ama az ama çok "kirlenmiş" olmamızdır.

Hele günümüzde etrafımıza baktığımızda kaç tane insan masal kahramanları gibi önce çevresindekileri sonra kendini düşünüyor ki. Evet içinde bulunduğumuz dünyada bu toplu bencilleşmemizde etkili oldu. Ama dünyanın bu halinin suçluları kimdir peki. Günümüzde iki kişinin arasında yaşanabilecek en basit en temel duygularda bile öncelikle masallardan gördüklerimizle alakasız.

İnsan bunları görünce masallarla büyüyen, o temiz duyguları küçük yaşlarda hisseden bir sürü kişi ne oluyorda bu hale geliyor diyor. Yada bu durumun farkında olan yada bundan rahatsız olan bir tek ben miyim diye sormadan edemiyorum. Ama bu soruları sormam yada kendimden geçip isyan etmemin bir faydası yada bir yararı olurmuki.

Bilmiyorum belkide büyümek ve olgunlaşmak böyle bir şeydir. Masal dünyasını reddedip gerçek ve zalim dünyanın zalim bir parçası olmak gerekiyor. Ama insan ben bu durumdan rahatsız oluyorsam başkası neden olmasın demeden edemiyor. Daha doğrusu bir gün böyle başkalarının olduğunu görme umudu insanın bu dünya şartlarına dayanmasındaki en önemli güç kaynağı oluyor.

Masallarda hep masum prensesleri, iyi yan karakterler ve beyaz atlı prensler gönlümüzü kazanırdı. Gerçek hayatta ise her taraf kötü kalpli büyücüler yada despot krallarla dolu. O zaman bu karakter nereden esinlenilipte bizim hayal gücümüze sokulmuştu. Madem herkes ilerde kötü olmaya meyilli olacaktı. O kahramanları kafamıza neden soktular.

Kafamdakileri toparlayıp çok daha düzgün bir şey yazmak isterdim. Ama bu aralar benim yada çevremdekilerin başına gelenleri gördükçe bunları kafamda toplayacak kadar sabredemeden düşüncelerimi kelimelere dökmek istedim. Belkide gerçek hayatta masallar gibidir ama öylesede en azından ben mutlu sona uzak biri olarak bu satırları ve düşünceleri paylaşmak istedim.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Snow İs Falling To The Snowfalls

Beyaz, her yer beyaz; keskin soğukta üstüne tüy dikercesine insanı dışından içine doğru titretiyordu. Aslında böyle bir havada dışarı çıkmak akıl karı değildi. Fakat olayın çekiciliğide burdaydı. Kimsenin olmadığı ıssız ama insanı korkutmaktan ziyade huzur veren sokaklarda olmak. O yanlız soğuğu yanan burun deliklerinden çekip kendine saklamak. Bunun hazzı insana her türlü çılgınlığı yaptıracak cinsten bir hazdı.

Kardan adam yapmak yada kar topu oynamak ona göre değildi. Belki lapa lapa yağan kar tanelerini diliyle yakalamaya çalışmak olabilirdi. O iri beyaz pamuk tanesi gibi yağan karların diline konması ve konar konmaz erimesi pek bir hoşuna giderdi zaten.

Kar sabahtan beri yağdığından yol, kaldırım yada arabaların üstü onca saatin sonunda bir hayli karla kaplanmıştı. Şehrin üstüne beyaz bir branda gerilmişti sanki. Bu tür bir İstanbul senede en fazla 2-3 gün rastlanabilecek cinsten bir İstanbuldu. Sabah ilk kar yağamaya başladığında bu yağışında o sihirli anlardan birine varacağını kestirmişti zaten. Tüm öğlen durmadan yağması için dua etmiş hava kararmaya başlayınca ise bu beyaz örtü içinde nereye gideceğini neler yapacağını planlamaya çalışmıştı.

Kalın giyinmek zorunda kalmıştı. Hatta takmayı hiç sevmemesine rağmen atkı bile takmıştı. Mavili lacivertli; lacivert denizde ucu açık mavi dalgalar varmış gibi görünen çok hoş bir deseni vardı atkının. Koyu lacivert bere, Lacivert mont, kalın mont ve mavinin tüm tonlarını sıra sıra içeren parmaksız eldivenlerle bembeyaz manzaranın içindeki tek kontrast belkide oydu.

Ona kalsa tıpkı bu kar gibi bembeyaz giyinip bu manzaranın bir parçası olup kimse tarafından fark edilmeden oradan buraya akıp gitmek isterdi. Ama şu anki halindende memnundu. Nasıl memnun olamazdıki bomboş sokaklarda tek başınaydı. Belki manzaranın bir parçası olamamıştı ama manzaraya en yakından şahit olmanın zevki bunu görmezden gelmesine yetiyordu.

Birden aklına sahile doğru gitmek geldi. Akşam saati İstanbul'un Avrupa yakasını izlemek hemde beyaz bir örtü altındayken görmek hoşuna gidecekti kesin. Üşenmeyip Kadıköy'e kadar gelmişti. Altıyoldan inip Eminönü - Karaköy iskelesinin oradan manzaraya bakabilirdi. Yada biraz daha gayret edip Haydarpaşanın enfes ambiansında soğuk mermerlere oturup sıcak bir çay yudumlayarak ağızından çıkan duman eşliğinde manzaraya dalıp gidebilirdi.

Bu fikir neden Bahariye'ye çıkmadan önce aklına gelmedi diye hayıflandı ama sonra aklına geldi. Zaten otobüs minibüs yolundan gelmiş, kendiside Belediyenin biraz ilerisinde inip Kadıköy'ü yanlız başına arşınlamak istemişi. Şimdi bu fikir aklına geldiğinde ise Eski Süreyya Sinemasını geçmiş Atlantis Sinemasının olduğu pasaja yaklaşıyordu. O pasajdaki spor aletler satan dükkanda Charles Barkley'nin bir Godzilla maketi ile beraber çektirdiği resme belki 100 kez bakmıştı ama yinede yolu ne zaman buralara düşse muhakkak o resme bir kez daha bakardı.

Bu alışkanlığını bozmamaya karar verdi. Kaymamak için dikkat ederek zaten çok yaklaştığı pasaja neredeyse koşarak gitmişti. Resme bakıp 101. kez sırıttıktan sonra girdiğinden bile daha çoşkulu bir ruh haliyle kendini dışarı attı. Bir an için tramwaya binmeyi düşündü. Ama bu havada tramway çalışmazdıki.

Bu karardan vazgeçip Bahariye'nin sahile yakın olan yönüne geçti. Önce biraz daha gidip Rexx sinemasının sokağından geçip Caferağa Spor Salonun yanından beri Kadıköy'ün kalbinden beri sahile insem mi diye düşündü. Sonra etrafında daha az araba olması fikri hoşuna gittiğinden buna karar verdi.

Ayakları ise ondan çok daha önce karar vermişti. Rexx'in sokağına girmiş hatta sinemanın önüne kadar gelmişti neredeyse; sinemayı geçip bembeyaz yol üzerinde sağa dönüp Spor Salonun yanından Kadıköf Şifa Yurdu hastanesi ile arasında kalan sokaktan aşağı indi. Eski As Sinemasının önüne geldiğinde geçmişte orada diğer sinemalara göre çok daha ucuza film izlediği günleri hatırladı. Şimdi ise burası modern bir Gym olmuştu. Normalde bu durumu 30 saniye kadar kafasında evirir çevirir sonrada unutur giderdi. Bu seferse unutması çok daha kolay oldu. Aklı adeta bembeyaz bir nehir ile yıkanıyordu. Nereye baksa bembeyaz karların kapladığı tanıkdık binalar, dükkanlar ve sokaklar görüyordu. Gym'in yanından aşağıya balık pazarına doğru inecek yokuşun hemen başında bir büfe onunda yanında bir kestaneci vardı. Bu havada kestane çok güzel gider diye düşündü.

Yokuştan inerken cebindeki sıcak kestanelerin kokusu ile kendinden geçti adeta. Bir tanesini alelacele soydu. Kabuğunun altındaki tüyler daha üzerinde dururken ağzına atmıştı. Ilık kestane ağzında bin parçaya bölünmüştü adeta. Ağzını açtığında ise sıcak kestanenin tüten dumanı havaya karışmaya karar vermişti. Bu manzara onun hoşuna gittiğinden görgü kurallarını biraz esnetip ağzını açarak yemeye karar verdi.

Bu arada Çiya'nın yanından geçmiş Balık Pazarına doğru ilerliyordu. Lahmacuncu Halil'in yanından geçerken boş dükkanların aksine mekanın dolu olması onu birazda olsa şaşırtmıştı. Yinede ilerlemeye devam etti. İlk soldan aşağı inip kokoreççi ve balıkçıların yanından geçti. Soğuktan yanan burun deliklerine aldırmadan alkol ve midye tava kokusunu derin derin içine çekti. Zaten soğukta böyle kokular dahada keskin olurdu. Her adımda daha derin nefes alıp tüm sokaktaki kokuyu içine çekmeye çalışıyordu. Bambi büfenin önünden geçerken aklından bir ıslak hamburger yemek geçsede kestanelerine ihanet etmemeye karar verdi.

Işıkların yardımı ile arabalar tarafından ıslatılmadan vede kayıp düşmeden Haldun Taner Tiyatrosunun önüne varabildi sonunda. Metro çalışması nedeniyle tiyatro ile inşaat arasında açık bırakılan dar bir koridordan geçip iskelenin önüne vardı. Belki denizin yumuşatıcı etkisi belkide pek çok insanın gelip geçmesinden yerde hiç kar yoktu.

Hemen iskelenin sağına doğru gidip minibüs duraklarına bakan çay bahçelerinden arta kalan ufak bir boşluktan karşı kıyıları izlemeye başladı. Kar sanki denizede yağmış gibiydi. Normalde akşamın bu saatinde kara delik gibi görünmesi gereken deniz şimdi koyu gri bir hal almıştı. Gözünü iyice karşılara diktiğinde ise kardan zar zor görülsede gökdelenlerin ışıkları seçilebiliyordu. Neredeyse aya değecek kadar yüksek görünen bu yapılar bile beyaz örtüden kurtulamamış ve onun dingileştirici gücünün etkisiyle bir başka gözüküyordu.

Bu manzara Haydarpaşa'dan izlenilmeyi hakkediyor dedi kendi kendine. Çay bahçeleri ile minibüs durağı arasında kalan sahil yolundan ilerleyip Haydarpaşa'ya gitmeye karar verdi. O karar vermese bile ayakları zaten çoktan ne yapacağını belirlemiş eski Et ve Balık Kurumu binasına kadar olan yolun yarısını almıştı.

Minibüs duraklarından sonraki yolda kaldırımlar ilerdeki caminin oraya kadar giderek daha fazla kar altında kalmış gibi görünüyordu. Camiyi geçip otoparkların oraya geldiğinde bu beyaz tabakaların iki siyah şeritle defalarca bölündüğünü gördü. Her ne kadar çok kar yağmış olsada insanlar sabah arabalarını almış ve bu otoparklara bırakarak karşıya geçmişti. İşten eve dönüşte bu son etap olacak araba ile eve dönüş kısmı onlar için zor olmuştu bu havada herhalde diye düşündü.

En son TCDD otoparkınıda geçtikten sonra karşıdan karşıya geçti. Garın önündeki taksi durağı yine kalabalıktı. Ama taksiciler sıcak arabalarından çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Büfelerin yanına çıkan kaygan merdivenleri dikkatlice çıktı. Garın içine girerken botlarını yere vurup ayağının altında kaymasına neden olabilecek kar kalıntılarından kurtulmak istedi.

Hemen yanından acele ile koşturup bunu yapmadan yoluna devam eden birinin 10 saniye sonra yere kapaklanması ilede ne kadar doğru bir karar verdiğini anladı. Gar Restaurant'ın yanından geçerken mezeler ile karışan rakı kokusu ile yine kendinden geçti. Daha sonra garın deniz tarafına açılan büyük tahta kapılara ilerlerledi. Şimdi normaldeki beyazının üstüne bembeyaz bir kat boya atılmış gibi duran mermer merdivenlerin en tepesindeydi. Rocky filminde Philadelphia'da koşusunun sonunda merdivenlerin en tepesine çıkmış gri eşofmanlı boksöz gibi hedefine ulaşmanın mutluluğunu kalbinin en derinliklerinde hissediyordu.

Cebindeki kestaneleri yokladığında çoğunun durduğunu gördü. Sağa sola bakmaktan onları yemeyi unutmuştu. Bu işi yapmak için gayet uygun bir yerdeydi şimdi. Merdivenlerin en üst kısmında sol taraftaki limanıda görebilecek bir yerde karları temizledi. Ayağı ile karı yere bastırıp eritmemeye özen göstererek; soğuk ama kuru bir yer hazırladı kendine. Oturdu, cebinden bir kestane çıkardı, bu sefer çok ağır ve dikkatlice soydu. İri ve leziz gözüken kestaneyi iki parmağının ucunda boğaz manzarasının önün doğru getirip üfledi ve ağzına attı.

Bu arada karşıdan Anadolu yakasına gelen vapur ve motorlara baktı. Tüm beyaz ve gri manzaradaki renkler bu araçların ışıklarından kaynaklanıyordu sanki. Tarihi iskelenin üstü limanın ön kısımları hatta dalga kıran bile kardan bembeyaz olmuştu. Garın yanındaki durakta taksi şöförleri sinirli bir şekilde araçları üzerindeki karı temizliyordu.

Tam bu manzaranın keyfini çıkarıcakken uyandı. Uyanır uyanmaz sıcak hava dalgası yüzüne vurdu. Çok terlemişti. Terden alnındaki saçlar sırılsıklam olmuştu. Üstünde sadece deniz şortu olan biri nasıl bu kadar terlerdi kendide şaşmıştı. Şezlongundan hafifçe doğruldu. Kendine gelmeye çalışıyordu. Az önce soğuk, karlı bir Kadıköy akşamındayken şimdi güneşli bir Bodrum öğledne sonrasına uyanmıştı.

İçinden iki şey geçti; İlki iyiki bol bol güneş yağı sürmüşüm yoksa ıstakoz gibi olurdumdu diğeri ise amma deli uyumuşum o nasıl bir rüyaydı hemde Bodrum'da bir şezlong üzerinde görülebilecek en olmadık şeydi dedi kendine ve denize girip kendine gelmeye karar verdi. Ağzında ise hala kestane tadı vardı.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Boğaz Vapuru

Hava soğuktu ama pek aldırış edecek gibi gözükmüyordu. Yeterki oturacak kuru ve rüzgardan azda olsa korunaklı bir yer olsa yeterdi. Soğuk havanın böyle bir manzarada yüzüne vurmasının bile ayrı bir zevki vardı. Ama tüm bunlardan daha önemli ve güzel olan soğuk havada kimse vapurda açıkta oturmakttan hazzetmezdi. Onun dışında kimse.

Sadece bir kaç sigara müptelası yada bir kaç okulu erken kırmış liseli gençler olurdu. Böylece kafasını dinlemek ve manzaraya dalıp gitmek için önünde 25 dakikası olacaktı.

Gemi Karaköye yanışırken, iskeledeki genç adam bunları düşünüyor, bir yandanda tek kulaklığını taktığı MP3 playerından müzik dinliyordu. Geminin yanaştığı ve yolcularını yavaş yavaş boşalttığını gören iskeledekiler ufak ufak birazdan açılacak olan kapının önünde kalabalık olmaya başlamıştı. Ama o kalabalığa karışmadı. Onlardan 4-5 adım geride iskeleyi ayakta tutan 30 kadar kirişin ikisinin arasında volta atmayı tercih etmişti.

Zaten kalabalığa karışmayı sevmezdi. Hem az sonra yapacakları için bu kalabalığın bir parçası olmaya gerekte yoktu. Nasıl olsa kimse onun gideceği yeri tercih etmeyecekti. Gerçi bu konuda daha öncede yanılmıştı ama iyice emin olmadan böyle kalabalıklara dalmamayı tercih ediyordu. Ne var yani en fazla önünde yada yanında gıcık bir adam oturacaktı. O kalabalığa karışmasıda buna bir çözüm getirmeyecekti.

Bunları düşünürken kapının hemen solunda kalan büfeye baktı. Bir adam aceleyle soğuk sandviç alıp kalabalığa karışmaya can atıyordu. Çok saçma diye düşündü genç adam sanki vapurdanda alamayacaktı buradan alacağı şeyi. Gerçi insanları geneldede anlayamazdı, buda bir istisna değil herhalde diye düşündü.

Sonunda kapılar açıldı. Tıpkı beklediği gibi insanlar kapıya bir hırsla yüklendiler. Sanki gemi onları almadan kalakacaktı. Bunları düşünürken ister istemez bir sırıttı. Sonunda kalabalık kendini gemiye atınca oda ileri doğru atıldı. İki tane tahta zımbırtı konulan ana giriş yerine daha soldaki tekliyi tercih etti. Daha sonra dar basamaklı demir merdivenden geminin önündeki açık kısıma çıktı. Bekledği gibi bir manzara vardı karşısında. Arkadaki beyaz boyalı demir ile kapatılıp önüde görebilmek için 3-4 cam açılan yere bir kaç sigara tiryakisi oturmuştu. Sol taraftaki can kurtaran sandalının olduğu yere den gelen koltuğa ise liseli sevgililer tünemiş birbirlerine sarılıp kikirdiyorlardı.

Genç adam bu banzarayı daha öncede görmüş gibi bir halde merdivenden ilerledi sağ tarafa doğru gelip kapalı kısmın ikinci sırasında gemiye bakan yönde denize en yakın ikinci yere oturdu. Kulağında olmayan kulaklığı çıkarıp kulağına taktı. Artık dış dünyadan gelen uyarıcıların önemli bir kısmında kurtulmuştu. Arkasından belli belirsiz gelen nikotin kokusunu ise dert etmiyordu. Nasıl olsa sigara bitecek ve arkasındaki orta yaşlı takım elbiseli adamda üşüyerek içeri girmeye karar verecekti. Nereden mi biliyordu. Genelde bu hikayenin sonu hep böyle biterdide ondan.

Rüzgarın sert ve direk üzerine doğru gelmesinden dolayı genç adam paltosunun içindeki eşofman üstünün kapşonunu kafasına çekti ve ipleri ile bağlayarak kaymasını engelledi. Ellerini ise yarı parmaklı eldivenleri yeterince ısıtıyordu zaten.

Gemi biraz sallanmıştı. Bu artık iplerin çözüldüğüne ve az sonra kalkacaklarına dair bir işaretti. Hala karşısındaki yere kimse oturmamıştı zafer yakındı. Bir kaç dakika içinde bu yolculukta keyif seviyesinin ne olacağı belli olacaktı. Oda ne? Yoksa merdivenin başında bir karartı mı görüyordu? Evet bu karartı yavaş yavaş yükselmeye başladı. Siyah uzun saçlar. En azından karşımda güzel bir kız otursun oturacaksa diye düşündü genç adam. Gerçektende çok güzel bir kız yukarı doğru çıkıyordu. Soğuktan dolayı mı yoksa gerçekten doğuştan mı olduğunu genç adamın anlayamadığı açık bir teni vardı. Çok narin ve ince bir yürüyüş şekli vardı. Kış soğu nedeniyle giyilen o kalın mont ve kota rağmen kızın bu denli yumuşak ve akıcı hareket etmesi genç adamı şaşırtmıştı.

Kızı fazla incelemiş olmalıki rüzgardan gözlerinin önünü kapatan saçlarını düzelttiğinde kız genç adamın olduğu yöne doğru baktı. Bu durum genç adamı hem utandırmış hemde sevindirmişti. Çünkü bir ihtimal bu kız onun karşısına otururdu. Böylece boğazın o eşsiz manzarasına eklenen harika bir detay olurdu.

Kız gerçektende genç adamın olduğu yere doğru ilerliyordu. Genç adam az önce kızın ona baktığını fark etmesinden sonra bakışlarını elinden geldiğince gizleyerek ne tarafa gittiğini kestirmeye çalışıyordu. Bu arada sağına baktığında Topkapı Sarayını gördü. Bu manzarayı ne zaman görse her ne yaparsa yapsın bırakıp bir süre buna bakardı. Nedenini bilmediği bir şekilde Sarayın denizden görünüşü onu büyülerdi. Belki orda yaşanmış olayları hayal etmesinden belkide sarayın insanı şaşırtan dış görünüşünden bir türlü kendini alamıyordu.

Tam kendini toparlayıp önüne baktığında tekrar az önceki gibi kontrolünü kaybetmişti. Az önce gördüğü ve nereye gittiğini hesaplamaya çalıştığı kız tam karşısına oturmuş ve boğaz manzarasına bakıyordu. Bir manzarayı izlerken bir insan bu kadar mı güzl bir manzara olabilir gibi ne anlama geldiğini kendisininde tam anlayamadığı bir şeyler düşündü.

Tam o arada gemi Avrupa yakasından uzaklaşmış. Boğazın tam ortasında duruyordu. Bir taraftan ikinci köprü tarafı gözükürken genç adamla kızın oturduğu taraftan denizdeki Marmaray inşaatı gözüküyordu. Genç adam kıza usulca baktı. Onun nereyi izlediğini anlamaya çalışıyordu. Kız sanki Üsküdar tarafına bakmaya çalışıyor gibiydi.

Genç adam o yöne bakmaya başlayınca birden eskileri hatırladı. Çocukken babası onu değişklik olsun diye işine götürürken vapur Üsküdar iskelesinede uğrardı. O iskelenin kalabalığı nasılda ilginç gelirdi ona. Hatta korkuturdu. Belki şimdilerde kalabalıklardan uzak kalma isteğinin kaynağında bu olay vardı. Kendisi ile ortak hiç bir yönü olmayan (aynı tarafa yürümek dışında) bunca insanın arasında olmak ona yanlızlıkların en büyüğüymüş gibi geliyordu. Bununda çocukluğunda gördüğü manzara ile bir ilişkisi olamazdı herhalde.

Genç adam bunları düşünürken gemi Haydarpaşa limanına yaklaşmıştı. Sol taraflarında uzun dalga kıran belirmişti bile. Genç adam bu dalga kırana çıkıp yürümenin hep nasıl bir şey olduğunu merak ederdi. Bir çok kayanın üstüne beyaz betondan yapılmış dar ve düz yolda yürümek sağında ve solunda sadece deniz olması ne kadar ilginç olurdu diye hayal ederdi.

Bu arada kızında onla aynı şeye bakması genç adamı şaşırttı. Belki oda tıpkı kendisi gibi bir hayal kuruyordu. Bunu düşünürken kendini tutamadan sırıtmaya başladı. Kız tam o anda genç adama baktı. Onu kıkırdarken görünce oda bir an şaşırmış gibi olsada, sanki neden güldüğünü anlıyorum gibi bakarak gülmekle gülmemek arası bir ifadeye büründü.

Tam bunlar olurken gemi Haydarpaşa İskelesi'ne yanaştı. Haydarpaşa Garı diye içinde geçirdi genç adam. Hayatında trene binmemişti. Ama yinede bu gar nedense onun en sevdiği yerlerden biriydi. Hayatında o garın etrafından yarım saatten fazla kalmamış olsada her oraya geldiğinde kendini evindeymiş gibi hissederdi. Binaya baktığında ise zamandan ve o andan soyutlanır derinlere dalar giderdi. Ne kadarda hayal perestim diye düşündü genç adam.

Tam kızın nereye baktığını anlamak için ona bakacakken. Kızın merdivenlerden aşağıya indiğini gördü. Onun kalkmadan önceki son bakışlarını görmek isterdi. Midesine bir yumruk yemiş gibi hissetti kendini ama yinede mutluydu. Bu karanlık ve kasvetli havada her şeye rağmen çok güzel bir 20 dakika geçirmişti.

Kızı belki iskeledekiler arasında görürüm diye onlara bakınmaya başladı. Sonrasında ise hiç beklemediği bir şey oldu kız iskeleden çıkmak üzere demir kapıların oraya varmıştı. Ama gemiye doğru tamda genç adamın olduğu yere bakıyordu. Hatta genç adam tam kendi gözlerinin içine baktığını hissetti. Kız sanki ona onca mesafeden elveda ve güzel yolculuk için teşekkürler der gibiydi.

Genç adam bu an karşısında bir an için ne yapacağını şaşırdı. Boğaz manzarası, Haydarpaşa Garı yada Topkapı Sarayı hiç biri şu manzara kadar onu etkilemedi, etkileyemezdide. O anda gemi iplerini toplamaya ve hareketlenmeye baktı. Genç adam kız Garın o uzun beyaz merdivenlerinden içeri girip kaybolana kadar arkasından baktı.

Sonrasında aklına Fight Club filminden bir replik geldi.

"Tyler sen bunca yolculuk içinde karşılaştığım en iyi tek porsiyonluk arkadaşsın"

3 Haziran 2008 Salı

Sakinlik mi Umursamazlık mı

Bazen düşünmeden edemiyorum. Hayatta olan biten ve birebir benle alakalı olan olaylara karşı bazen çok acaip tepkiler daha doğrusu yetersiz tepkiler veriyor gibi hissediyorum. Daha önce anlattığım gençlik zamanlarımda bile bu durumu zaman zaman hissetmiştim. Sanırım bunun en temel nedeni duygularımı saklama konusundaki isteğim olmalı.

Bazen özelliklede hüzünlendiğim zamanlarda öyle olaylara karşı donmuş gibi kalıyorumki şaşıyorum. Üzülmeli ve üzüntümün sonunda da isyan etmem gerekirken çok daha sakin bu olay karşısında etkilenmemiş gibi kala kalıyorum. Aslında o anda içimde olanları düşününce bunları nasıl ve neden dışa yansıtamadığımı düşünemiyorum.

Acını dışa vuramadığında dertleşecek bir tek kendi benliğin kalıyor. O durumda da daha fazla şeye odaklanmak pek mümkün olmuyor. Şimdi ise iş hayallerimden biri cortlamasına rağmen yine o sakin halimi koruyorum. Ama bu sefer farklı bir şey var. Bu durum içimde o kadr büyük bir acı yaratmadı. Halbuki olmasını istediğim (bu aralar olmasını istediğim şeylerden yana şansım pek yaver gitmiyor ama yinede başka şeyler istemekten vazgeçmeyeceğim) bir şeydi. Fakat gerek başka gelişmelerin olması gereksede olaylara negatif yaklaşmam nedeniyle bu olay beni olmasını beklediğim kadar rahatsız etmedi.

Son zamanlardaki bakış açımla bu olan terslikler/şanssızlıklar/kısmetsizlikler beni ümitsizden ziyade bir sonraki hamlem için daha motive bir hale sokmaya başladı. O olmadı mı; o zaman hayata devam edip önüme yeni çıkan fırsatı değerlendiririm. Şu sınavda başarısız mı oldum; o zaman ilk telafi şansında bunu düzeltip eskisindende iyi hale gelirim.

Ama asıl sorunum bu sakinliğim değil. Son zamanlarda bunun nedeninin acaba umursamaz biri olmam ihtimalini ciddi ciddi düşünüyorum. Hayat boyu sınavlarına yada zor engellere çok çalışmadan kendine inanarak hazırlanan biri olarak pekala umursamaz biri olabilirim gibime geliyor.

İşte asıl korkum bunun gerçek olması ve hatta artmasıdır. Hayatta önem verdiğim şeyleri kaybettiğimde bunun acısını içimde bile yaşamazsam o zaman kendimden nefret etmeye başlarım. Asıl önemlisi insanlıktan çıkarım. Bu farkındalık en büyük ümidim şu anda. Olayların sonunda olabilecek en kötü şeyden bu kadar korkarken o duruma düşmemek için elimden geleni yapacağımı umuyorum.

Eğer yapamazsam ne hale gelirim bende bilmiyorum ...

1 Haziran 2008 Pazar

Öğlen Paydosu

İlk baharın sonu yazın başı en sevdiği zamanlarıydı yılın. Özellikle o dönemde sık sık olmasada sıcağın en rahatsız ettiği anlarda ineden esen o meltem insanı nasıl mutlu ediyordu. Hem güneşi seven hemde fazla onla haşır neşir olmak istemeyen bir yapısı vardı. Bu hafif meltemin yanında birde gölge bir yer buldumu keyfine diyecek yoktu.

İşte tam bu isteklerine cevap bir yere oturmuştu. Hatta bunlara ek olarak birde enfes bir deniz manzarasına sahipti. Saatine baktı; saat 12:28'di. Sevinçli bir şekilde daha zamanım var dedi kendi kendine.

Yanlız başına böyle kalabalık bir yere gittiğinde yapmaktan en çok hoşlandığı şey etrafını izlemekti. Oda bunu yapacaktı. Önce hemen karşısında duran masaya baktı. Yirmili yaşlarının başındaki iki genç delikanlı iddialı bir tavla partisi çeviriyorlardı. Kendisine yakın olan tıknaz sarışın olan çocuk oyundan daha zevk alıyor gibiydi. Muhtemelen önde olanda oydu. Uzun boylu siyah tshirtlü ve biraz asık suratlı olan arkadaşı ise bitsede gitsek havsındaydı. Ama yinede iki tarafta her zar attıklarında karşı tarafla ilgili şakalar yapmaktan geri durmuyorlardı.

Daha sonra sağında kalan masaya şöyle bir göz gezdirmeye karar verdi. Burda ise iyi giyimli iki genç kız bir hayli dikkat çeken mimiklerle muhabbet ediyorlardı. Dediklerinden pek bir şey anlamasada mimiklere bakılırsa ortak bir arkadaşlarından daha doğrusu o arkadaşlarının fiziksel özelliklerinden bahsediyor gibilerdi. Hatta kızlardan uzak olan arkadaşlarını taklit edecek kadar ileri gitmişti. O kadar çok gürültü çıkarıyorlardı etraftaki bir kaç masada oturanlarda onlara kötü kötü bakmaya başlamıştı.

Şimdi saat 12:37 idi. Zamanın bu kadar çabuk ilerlemesi onu rahatsız etmişti. Ama bu kadar güzel vakit geçirirken kafasına bunu takıp keyifini kaçırmaya niyeti yoktu. Yeniden etrafını tararken cafenin yanından geçen bir bayan ve onun kontrol etmekte zorlandığı köpeği dikkatini çekti. Köpek koyu renkli ince tüylü son derece iri bir köpekti. Hatta neredeyse kadını önden sürükleyecek kadar iriydi. Ama yinede insanda bir korku yada endişe yaratacak bir hayvana benzemiyordu. Daha ziyade dışarda olmaktan ve gezmenten zevk alan ufak bir çocuk gibiydi köpek. Sahibi olan kadınsa köpeği ile gezmekten mutluydu. Hemde köpeği tarafından sürükleniyor olsada mutluydu. Ara ara dur oğlum yavaş ol, tamam oralarada gideceğiz desede aslında bunu sadece usulen söylüyordu.

Daha sonra bir süre deniz manzarasına göz gezdirmeye karar verdi. Özellikle adeta kıyıyı yalayarak ağlarını bırakan balıkçılara bakmak çok ilginçti. Güneşin altında bu işi yapmaları her zaman ilgisini çekmişti zaten. Hafif ıslanmış ağlar güneş vurunca insanın gözünü alan bir manzara oluşturuyordu. Buna bir süre hipnotize olmuş gibi baktı. Sonrada o sıcakta açıkta durmak yerine burda bu manzarayı izlemekte olduğu için şükretmişti.

Lanet olsun dedi saat 12:52 olmuştu. Artık fazla zamanı kalmamıştı. Şöyle hızlıca etrafına bakındı. Tavla oynayan gençlerin arkasındaki masadaki yaşlı çifte gözü takıldı. Yaşları ilerlemiş bu çiftin gerek duruşlarından gereksede giyimlerinden son derece klas insanlar oldukları anlaşılabiliyordu.

Yaşlı beyfendi elindeki gazeteyi okurken hanfendi ona bir şeyler anlatıyordu. Ama beyfendi ya konuda hoşlanmadığından yada hanfendinin çok fazla konuşmasından pek dinliyor gibi gözükmüyordu. Yinede onu kırmamak için yüzünü gazete ile gizleyerek dikkatini denize vermeye çalışıyordu. Denize öyle bir bakışı vardıki insan ister istemez acaba genliğinde gemilerde çalışan biri miydi diyordu.

Hanfendi ise sanki yıllarca kapalı kaldıktan sonra dışarı çıkmış biri gibiydi. Dışarda olmaktan çok mutlu olmuş adeta gençleşmiş gibiydi. Bu mutluluktan doğan enerjiyle yanındaki beyfendiye havadan sudan bir çok konuda farklı şeyler anlattıkça anlatıyordu.

Tam bu manzaranın güzelliği ile rahatlamışken omzunda bir el hissetti

"Haydar hadi oğlum yaz tatilinde iki kuruş kazan diye aldık seni buraya sense oturmuşsun en güzel masaya keyif yapıyorsun. Maaşından keseceğim sonunda bu kolaları haaa" dedi babası

"Ama baba öğlen paydosundaydım şimdi kalkacaktım" dedi Haydar

"Haydi öyle olsun bakalım. Kalk şimdi işine bak kereta" dedi gülerek babası

Haydar bunu duyar duymaz masadan tepsisini alıp fırladı ve hemen az önce muhabbet ederken gördüğü kızların arkasına oturan çiftin siparişlerini almak için oraya doğru yollandı. Aklında ise hala demin izlediği balıkçıların o sıcakta nasıl çalıştıklarını düşünüyor ve hala haline şükrediyordu.