9 Haziran 2008 Pazartesi

Snow İs Falling To The Snowfalls

Beyaz, her yer beyaz; keskin soğukta üstüne tüy dikercesine insanı dışından içine doğru titretiyordu. Aslında böyle bir havada dışarı çıkmak akıl karı değildi. Fakat olayın çekiciliğide burdaydı. Kimsenin olmadığı ıssız ama insanı korkutmaktan ziyade huzur veren sokaklarda olmak. O yanlız soğuğu yanan burun deliklerinden çekip kendine saklamak. Bunun hazzı insana her türlü çılgınlığı yaptıracak cinsten bir hazdı.

Kardan adam yapmak yada kar topu oynamak ona göre değildi. Belki lapa lapa yağan kar tanelerini diliyle yakalamaya çalışmak olabilirdi. O iri beyaz pamuk tanesi gibi yağan karların diline konması ve konar konmaz erimesi pek bir hoşuna giderdi zaten.

Kar sabahtan beri yağdığından yol, kaldırım yada arabaların üstü onca saatin sonunda bir hayli karla kaplanmıştı. Şehrin üstüne beyaz bir branda gerilmişti sanki. Bu tür bir İstanbul senede en fazla 2-3 gün rastlanabilecek cinsten bir İstanbuldu. Sabah ilk kar yağamaya başladığında bu yağışında o sihirli anlardan birine varacağını kestirmişti zaten. Tüm öğlen durmadan yağması için dua etmiş hava kararmaya başlayınca ise bu beyaz örtü içinde nereye gideceğini neler yapacağını planlamaya çalışmıştı.

Kalın giyinmek zorunda kalmıştı. Hatta takmayı hiç sevmemesine rağmen atkı bile takmıştı. Mavili lacivertli; lacivert denizde ucu açık mavi dalgalar varmış gibi görünen çok hoş bir deseni vardı atkının. Koyu lacivert bere, Lacivert mont, kalın mont ve mavinin tüm tonlarını sıra sıra içeren parmaksız eldivenlerle bembeyaz manzaranın içindeki tek kontrast belkide oydu.

Ona kalsa tıpkı bu kar gibi bembeyaz giyinip bu manzaranın bir parçası olup kimse tarafından fark edilmeden oradan buraya akıp gitmek isterdi. Ama şu anki halindende memnundu. Nasıl memnun olamazdıki bomboş sokaklarda tek başınaydı. Belki manzaranın bir parçası olamamıştı ama manzaraya en yakından şahit olmanın zevki bunu görmezden gelmesine yetiyordu.

Birden aklına sahile doğru gitmek geldi. Akşam saati İstanbul'un Avrupa yakasını izlemek hemde beyaz bir örtü altındayken görmek hoşuna gidecekti kesin. Üşenmeyip Kadıköy'e kadar gelmişti. Altıyoldan inip Eminönü - Karaköy iskelesinin oradan manzaraya bakabilirdi. Yada biraz daha gayret edip Haydarpaşanın enfes ambiansında soğuk mermerlere oturup sıcak bir çay yudumlayarak ağızından çıkan duman eşliğinde manzaraya dalıp gidebilirdi.

Bu fikir neden Bahariye'ye çıkmadan önce aklına gelmedi diye hayıflandı ama sonra aklına geldi. Zaten otobüs minibüs yolundan gelmiş, kendiside Belediyenin biraz ilerisinde inip Kadıköy'ü yanlız başına arşınlamak istemişi. Şimdi bu fikir aklına geldiğinde ise Eski Süreyya Sinemasını geçmiş Atlantis Sinemasının olduğu pasaja yaklaşıyordu. O pasajdaki spor aletler satan dükkanda Charles Barkley'nin bir Godzilla maketi ile beraber çektirdiği resme belki 100 kez bakmıştı ama yinede yolu ne zaman buralara düşse muhakkak o resme bir kez daha bakardı.

Bu alışkanlığını bozmamaya karar verdi. Kaymamak için dikkat ederek zaten çok yaklaştığı pasaja neredeyse koşarak gitmişti. Resme bakıp 101. kez sırıttıktan sonra girdiğinden bile daha çoşkulu bir ruh haliyle kendini dışarı attı. Bir an için tramwaya binmeyi düşündü. Ama bu havada tramway çalışmazdıki.

Bu karardan vazgeçip Bahariye'nin sahile yakın olan yönüne geçti. Önce biraz daha gidip Rexx sinemasının sokağından geçip Caferağa Spor Salonun yanından beri Kadıköy'ün kalbinden beri sahile insem mi diye düşündü. Sonra etrafında daha az araba olması fikri hoşuna gittiğinden buna karar verdi.

Ayakları ise ondan çok daha önce karar vermişti. Rexx'in sokağına girmiş hatta sinemanın önüne kadar gelmişti neredeyse; sinemayı geçip bembeyaz yol üzerinde sağa dönüp Spor Salonun yanından Kadıköf Şifa Yurdu hastanesi ile arasında kalan sokaktan aşağı indi. Eski As Sinemasının önüne geldiğinde geçmişte orada diğer sinemalara göre çok daha ucuza film izlediği günleri hatırladı. Şimdi ise burası modern bir Gym olmuştu. Normalde bu durumu 30 saniye kadar kafasında evirir çevirir sonrada unutur giderdi. Bu seferse unutması çok daha kolay oldu. Aklı adeta bembeyaz bir nehir ile yıkanıyordu. Nereye baksa bembeyaz karların kapladığı tanıkdık binalar, dükkanlar ve sokaklar görüyordu. Gym'in yanından aşağıya balık pazarına doğru inecek yokuşun hemen başında bir büfe onunda yanında bir kestaneci vardı. Bu havada kestane çok güzel gider diye düşündü.

Yokuştan inerken cebindeki sıcak kestanelerin kokusu ile kendinden geçti adeta. Bir tanesini alelacele soydu. Kabuğunun altındaki tüyler daha üzerinde dururken ağzına atmıştı. Ilık kestane ağzında bin parçaya bölünmüştü adeta. Ağzını açtığında ise sıcak kestanenin tüten dumanı havaya karışmaya karar vermişti. Bu manzara onun hoşuna gittiğinden görgü kurallarını biraz esnetip ağzını açarak yemeye karar verdi.

Bu arada Çiya'nın yanından geçmiş Balık Pazarına doğru ilerliyordu. Lahmacuncu Halil'in yanından geçerken boş dükkanların aksine mekanın dolu olması onu birazda olsa şaşırtmıştı. Yinede ilerlemeye devam etti. İlk soldan aşağı inip kokoreççi ve balıkçıların yanından geçti. Soğuktan yanan burun deliklerine aldırmadan alkol ve midye tava kokusunu derin derin içine çekti. Zaten soğukta böyle kokular dahada keskin olurdu. Her adımda daha derin nefes alıp tüm sokaktaki kokuyu içine çekmeye çalışıyordu. Bambi büfenin önünden geçerken aklından bir ıslak hamburger yemek geçsede kestanelerine ihanet etmemeye karar verdi.

Işıkların yardımı ile arabalar tarafından ıslatılmadan vede kayıp düşmeden Haldun Taner Tiyatrosunun önüne varabildi sonunda. Metro çalışması nedeniyle tiyatro ile inşaat arasında açık bırakılan dar bir koridordan geçip iskelenin önüne vardı. Belki denizin yumuşatıcı etkisi belkide pek çok insanın gelip geçmesinden yerde hiç kar yoktu.

Hemen iskelenin sağına doğru gidip minibüs duraklarına bakan çay bahçelerinden arta kalan ufak bir boşluktan karşı kıyıları izlemeye başladı. Kar sanki denizede yağmış gibiydi. Normalde akşamın bu saatinde kara delik gibi görünmesi gereken deniz şimdi koyu gri bir hal almıştı. Gözünü iyice karşılara diktiğinde ise kardan zar zor görülsede gökdelenlerin ışıkları seçilebiliyordu. Neredeyse aya değecek kadar yüksek görünen bu yapılar bile beyaz örtüden kurtulamamış ve onun dingileştirici gücünün etkisiyle bir başka gözüküyordu.

Bu manzara Haydarpaşa'dan izlenilmeyi hakkediyor dedi kendi kendine. Çay bahçeleri ile minibüs durağı arasında kalan sahil yolundan ilerleyip Haydarpaşa'ya gitmeye karar verdi. O karar vermese bile ayakları zaten çoktan ne yapacağını belirlemiş eski Et ve Balık Kurumu binasına kadar olan yolun yarısını almıştı.

Minibüs duraklarından sonraki yolda kaldırımlar ilerdeki caminin oraya kadar giderek daha fazla kar altında kalmış gibi görünüyordu. Camiyi geçip otoparkların oraya geldiğinde bu beyaz tabakaların iki siyah şeritle defalarca bölündüğünü gördü. Her ne kadar çok kar yağmış olsada insanlar sabah arabalarını almış ve bu otoparklara bırakarak karşıya geçmişti. İşten eve dönüşte bu son etap olacak araba ile eve dönüş kısmı onlar için zor olmuştu bu havada herhalde diye düşündü.

En son TCDD otoparkınıda geçtikten sonra karşıdan karşıya geçti. Garın önündeki taksi durağı yine kalabalıktı. Ama taksiciler sıcak arabalarından çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Büfelerin yanına çıkan kaygan merdivenleri dikkatlice çıktı. Garın içine girerken botlarını yere vurup ayağının altında kaymasına neden olabilecek kar kalıntılarından kurtulmak istedi.

Hemen yanından acele ile koşturup bunu yapmadan yoluna devam eden birinin 10 saniye sonra yere kapaklanması ilede ne kadar doğru bir karar verdiğini anladı. Gar Restaurant'ın yanından geçerken mezeler ile karışan rakı kokusu ile yine kendinden geçti. Daha sonra garın deniz tarafına açılan büyük tahta kapılara ilerlerledi. Şimdi normaldeki beyazının üstüne bembeyaz bir kat boya atılmış gibi duran mermer merdivenlerin en tepesindeydi. Rocky filminde Philadelphia'da koşusunun sonunda merdivenlerin en tepesine çıkmış gri eşofmanlı boksöz gibi hedefine ulaşmanın mutluluğunu kalbinin en derinliklerinde hissediyordu.

Cebindeki kestaneleri yokladığında çoğunun durduğunu gördü. Sağa sola bakmaktan onları yemeyi unutmuştu. Bu işi yapmak için gayet uygun bir yerdeydi şimdi. Merdivenlerin en üst kısmında sol taraftaki limanıda görebilecek bir yerde karları temizledi. Ayağı ile karı yere bastırıp eritmemeye özen göstererek; soğuk ama kuru bir yer hazırladı kendine. Oturdu, cebinden bir kestane çıkardı, bu sefer çok ağır ve dikkatlice soydu. İri ve leziz gözüken kestaneyi iki parmağının ucunda boğaz manzarasının önün doğru getirip üfledi ve ağzına attı.

Bu arada karşıdan Anadolu yakasına gelen vapur ve motorlara baktı. Tüm beyaz ve gri manzaradaki renkler bu araçların ışıklarından kaynaklanıyordu sanki. Tarihi iskelenin üstü limanın ön kısımları hatta dalga kıran bile kardan bembeyaz olmuştu. Garın yanındaki durakta taksi şöförleri sinirli bir şekilde araçları üzerindeki karı temizliyordu.

Tam bu manzaranın keyfini çıkarıcakken uyandı. Uyanır uyanmaz sıcak hava dalgası yüzüne vurdu. Çok terlemişti. Terden alnındaki saçlar sırılsıklam olmuştu. Üstünde sadece deniz şortu olan biri nasıl bu kadar terlerdi kendide şaşmıştı. Şezlongundan hafifçe doğruldu. Kendine gelmeye çalışıyordu. Az önce soğuk, karlı bir Kadıköy akşamındayken şimdi güneşli bir Bodrum öğledne sonrasına uyanmıştı.

İçinden iki şey geçti; İlki iyiki bol bol güneş yağı sürmüşüm yoksa ıstakoz gibi olurdumdu diğeri ise amma deli uyumuşum o nasıl bir rüyaydı hemde Bodrum'da bir şezlong üzerinde görülebilecek en olmadık şeydi dedi kendine ve denize girip kendine gelmeye karar verdi. Ağzında ise hala kestane tadı vardı.

Hiç yorum yok: